GAVS-ÜL A'ZÂM
ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ
Güney Azerbaycan'ın Geylân şehrinde
1078 (H.471)de doğdu. Künyesi, Ebû Muhammed'dir.
Muhyiddîn, Gavs-ül-a'zam, Kutb-i Rabbânî, Sultân-ul-evliyâ,
Kutb-i a'zam gibi lakabları vardır. Babası Ebû Sâlih bin
Mûsâ Cengîdost'tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı
Müsennâ'nın oğlu Abdullah'ın soyundandır. Annesinin ismi
Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için
Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid, hem şerîfdir. Hazret-i
Hüseyin'in evladına seyyid, hazret-i Hasan'ınkine şerîf
denir. Abdülkâdir Geylânî 1166 (H.561)'da Bağdad'da
vefât etti. Türbesi Bağdad'dadır.Fıkıh ve hadîs
ilimlerinde müctehid idi. Kâdiriyye tarîkatının
kurucusudur. Orta boylu, zayıf bünyeli, geniş göğüslü,
ilm için vefâkârlıkta emsâli az bulunur bir velî idi.
Abdülkâdir Geylânî daha doğmadan,
ilerde büyük bir zât olacağına dâir alâmetler, işâretler
görülmüştü. Babası rüyâsında Rasulullah efendimizi
sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı kirâmı radıyallahü
anhüm ve evliyâyı gördü. Rasulullah efendimiz kendisine;
"Ey Ebû Sâlih! Allah bu gece sana kâmil, olgun ve
derecesi yüksek bir erkek evlâd ihsân etti. O benim
oğlum ve sevdiğimdir. Evliyâ arasında derecesi yüksek
olacak." buyurdu. Doğduktan sonra da hâlleri ile
dikkatleri çekti.
Abdülkâdir Geylânî on sekiz yaşında
Bağdad'a geldi. Buradaki âlimlerden ders almak sûretiyle
hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde yetişti. Fıkıh
ilmini; Ebû Hattâb Mahfûz, Ebü'l-Vefâ Ali bin Ukayl, Ebû
Hüseyin bin Kâdı Ebû Ya'lâ gibi fıkıh âlimlerinden
öğrendi. Hadîs ilmini; Hasan-i Bâkıllânî, Ebû Saîd
Muhammed bin Abdülkerîm, Ebû Gânim Muhammed bin
Muhammed, Ebû Bekr Ahmed bin Muzaffer, Ebû Câfer, Ebû
Kasım bin Ali, Ebû Tâlib Abdülkâdir, Ebû Bekr Hibetullah
ibni Mübârek, Ebü'l-İzz Muhammed bin Muhtar, Ebû Nasr
Muhammed, Ebû Gâlib Ahmed, Ebû Abdullah Yahyâ gibi hadîs
âlimlerinden öğrendi. Tasavvuf ilmini ise; Şeyh Ebû Saîd
Mahzûmî ile Hammâd-i Debbâs'tan almıştır.
İlim tahsilini tamamlayıp
yetiştikten sonra, vaâz ve ders vermeye başladı. Hocası
Ebû Saîd Mahzûmî'nin medresesinde verdiği ders ve
vaâzlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı.
Bu sebeple,Bağdad halkının yardımlarıyla çevresinde
bulunan evler de ilave edilmek sûretiyle medrese
genişletildi.
Abdülkâdir-i Geylânî , bir müddet
ders verip insanları irşâd ettikten, hak ve hakikatı
anlattıkdan sonra, ders ve vaâz vermeyi bıraktı.
İnzivâya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra sahrâlara
çıktı. Bağdad'ın Kerh harâbelerinde yaşamaya başladı.
Bütün vaktini ibâdet, riyâzet ve mücâhede ile nefsinin
arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla
geçirmeye başladı. Buyurdu ki:
"Irak'ın sahrâ ve harâbelerinde 25
sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin
benden haberi yoktu. Bâzan uzun müddet yemezdim ve
"Açım! açım!" diye midemin feryâdını duyardım. Bâzan
üzerime öyle ağırlıklar gelirdi. Bu sırada; "Muhakkak
zorlukla berâber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla
berâber kolaylık vardır." meâlindeki İnşirâh sûresinin
beşinci ve altıncı âyet-i kerîmelerini okuduğumda
üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi."
"Şeytanlar çeşitli kılık ve
kıyâfetlere bürünüp toplu hâlde yanıma gelir, beni
yolumdan çevirmek için uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir
azim ve direnç hissederdim. İçimden bir ses; "Ey
Abdülkâdir! Onlarla mücâdele et, onlara galip
geleceksin." derdi. İçlerinde bir şeytan durmadan bana
gelir; "Buradan git, şöyle yaparım, böyle yaparım." diye
beni tehdit ederdi. Cân u gönülden, "Lâ havle ve lâ
kuvvete illâ billahil aliyyil azîm" okuyunca, onun
tamâmen yandığını görürdüm."
Bir kere Abdülkâdir Geylânî şöyle bir ses işitti: "Ey
Abdülkâdir! Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah,
serbest kıldım.""Başkasına yasak olan şeyleri sana helâl
kıldım." diyordu. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî
"Eûzübesmele" çekti. "Kovulmuş şeytandan Allah’a
sığınırım. Sus ey mel'ûn!" diye bağırdı. Bunun üzerine
aynı ses; "Ey Abdülkâdir! Rabbinin izni ile çeşitli
yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden
kurtuldun. Halbuki ben bu yolla yetmiş kişiyi yoldan
çıkarmışdım." dedi. Onun şeytan olduğunu nasıl
anladığını sorduklarında; "Sana haramları helâl ettim,
sözünden anladım. Çünkü Allah böyle şeyleri emretmez."
buyurdu.
Şeytanı başımdan savdıktan sonra
bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü.
"Bunlar nedir?" dedim; "Dünyâ zevkleri ve zînetleridir."
denildi. Dünyâ ve onun göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk
tükenen nîmetleri kendine çekmek istedi fakat Allah beni
onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun
için kaybolup gittiler. Sonra Allahnın rızâsına kavuşma
yolunda insanın önüne çıkan mânileri, engelleri gördüm.
"Bunlar nedir?" dedim. "Senin içinde bulunan
mânîlerdir." denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir
sene uğraştım.
Sonra içimi seyrettim. Kalbimin
birçok şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu,
kendini saraylarda sandığını gördüm. "Bunlar nedir?"
dedim. "Arzu ve isteklerindir." denildi. Tam bir yıl
uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.
"Yine nefsim kendi şeklinde bana
gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz
vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün
hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri,
şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücâdele
ettim. Allah'ın izni ile hastalıklarını iyileştirdim,
arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca
nefsimle tedrîcen, safha safha mücâdele ettim. "
"Bütün bunlara rağmen, henüz
matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun
için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları
denedim. Aradığımı fakirlik kapısında buldum. Burada
büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz
hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve isteklerim buz gibi
eridi. Bütün beşerî sıfatlarım kayboldu. Gönülden
Allah’dan başka her şeyi çıkarıp, hep O'nunla olmak olan
"fakr" mertebesine ulaştım".
"Nihâyet bütün varlıklardan yüz
çevirdim. Her şeyim Allah için oldu. Sahralarda cezbe
hâlinde kendimden geçmiş olarak dolaşırdım. Kendime
geldiğimde kendimi bulunduğum yerlerden çok uzaklarda
bulurdum. Bir gün bu halde bir saat kadar yürümüştüm.
Sonra kendimi Bağdad'a on iki günlük uzaklıkta bir yerde
buldum. Düşünceye daldığımda bir ses bana; "Sen ki
Abdülkâdir'sin, buna hayret mi ediyorsun?" dedi."
"Sahralarda dolaşırken "Ol" sözü
ile ihsân olundum. Allah'ın izni ile istediğim olurdu.
Bunun için çok şey buldum... Sonra böyle yapmaktan hayâ
ettim. Allah’a karşı edebi gözeterek hepsini terk
ettim."
Abdülkâdir Geylânî bu uzun
dolaşmalardan sonra Bağdad'a dönüyordu. Hazret-i Hızır
önüne çıkıp, şehre girmesine mâni oldu. "Emir var. Yedi
sene Bağdad'a girmeyeceksin." dedi. Bu sebeple,
Bağdad'ın kenarlarında yedi yıl, yerden biten mübah
bakliyatı yiyerek bekledi. Bildirilen müddet bitince;
"Ey Abdülkâdir! Bağdad'a gir, serbestsin." diye bir ses
duydu. Soğuk ve yağmurlu bir gecede Bağdad'a girdi.
Doğru Şeyh Hammâd bin Müslim Debbâs'ın zâviyesine geldi
ve geceyi orada geçirdi. Sabahleyin Şeyh Hammâd Debbâs
onu görünce ağlayarak; "Oğlum Abdülkâdir! Bu devlet
bugün bizim, yarın sizin olacaktır." dedi.
Bir müddetten beri Bağdad'da
bulunan Abdülkâdir Geylânî fitne ve karışıklıklar olunca
tekrar sahrâlara çıkmak istedi. Hibe kapısı denilen yere
gelince; "Nereye gidiyorsun? Dön, herkes senden
faydalanacak." diyen bir ses işitti. "Ben dînimi
kurtarmak istiyorum." dediğinde; "Korkma, dînine bir
zarar gelmeyecek." denildi. Düşünmeye başladı ve bu işin
hakîkatını bildirmesi için Allah’a yalvardı. Bu esnâda
Muzafferiyye denilen yerden geçerken birisi kapıyı açıp;
"Ey Abdülkâdir! Buyurun." dedi. Yanına varınca; "Söyle,
dün Allah’dan ne istemiştin?" dedi. Abdülkâdir Geylânî
şaşırıp cevap veremedi. Bunun üzerine o Zât kapıyı
şiddetle yüzüne çarptı. Dün Allah’dan ne istediğini
düşünerek yürümeye başladı. Biraz sonra o zâtın Şeyh
Hammâd Debbâs olduğunu hatırladı.
Bundan sonra onun sohbetlerine
gider, halledemediği, çözemediği esrarı, gizli şeyleri
ondan sorardı. O da ona bir bir açıklardı. Bâzan ilim
öğrenmek için başka taraflara gittiğinden onunla
görüşemezdi. Dönünce hocası ona; "Allah aşkına nerelere
gidiyorsun? Bu civarda senden daha âlim birisi var mı?"
derdi. Şeyh Hammâd'ın müridleri ona bâzan; "Sen âlim
birisin. Burada ne işin var, buradan gitsene." derler;
Şeyh Hammâd da onlara; "Utanmıyor musunuz? Onu buradan
kovmak mı istiyorsunuz. İçinizde onun gibisi yok. Benim
ona eziyet ettiğime bakmayın. Onu imtihan etmek,
denemek, mânen kemâle ermesi, olgunlaşması için böyle
yapıyorum, mânâ âleminde onu koca bir dağ gibi
görüyorum." derdi.
Yine bir sohbet toplantısında,
Abdülkâdir Geylânî dışarı çıkmıştı. Şeyh Hammâd; "Şu
genci görüyor musunuz? Bir zaman gelecek ayağı bütün
velîlerin boynunda olacak, her velî ona itâat edecek."
dedi.
Başka bir gün o gelince ayağa
kalkıp; "Hoş geldin Abdülkâdir! Sen âriflerin, Allah’ı
tanıyanların seyyidi, efendisisin. Senin sancağın
doğudan batıya kadar dalgalanacak. Bütün boyunların sana
eğileceğini ve akranlarının üstünde bir dereceye
ulaşacağını müjdelerim." dedi.
Zamânındaki diğer evliyâ da kerâmet
olarak ileride onun derecesinin yüksek olacağını haber
verdiler. Abdülkâdir Geylânî zaman zaman Şeyh Tacül
ârifîn Ebü'l-Vefâ hazretlerinin yanına giderdi.
Ebü'l-Vefâ hazretleri o gelince ayağa kalkar,
yanındakilere; "Ayağa kalkın, evliyâdan biri geliyor."
derdi. Ona karşı bu şekilde iltifât etmesine hayret eden
talebelerine; "Henüz zamânı var. Vakti gelince, okumuş,
câhil herkes bu gence muhtâc olacak, onun feyzinden,
mânevî ilminden faydalanacaktır..." derdi.Bir defasında
da; "Ey Bağdadlılar! Allah’a yemîn ederim ki, onun
başında bir ucu doğuda bir ucu da batıda olan sancaklar
dalgalanacaktır." dedi ve Abdülkâdir Geylânî 'ye dönüp;
"Bugün söz bizim fakat ilerde senin olacak. O zaman bu
ihtiyarı hatırlarsın." diye hitâb etti.
Nihayet Abdülkâdir Geylânî
Bağdad'da insanları irşâda, Allah'ın beğendiği yolda
bulunmaya dâvete ve nasîhat etmeye başladı. Bir gün
kendini nûrların kapladığını gördü. Bu hal nedir diye
sorunca, Resûlullah efendimiz Allah'ın sana verdiği
yüksek dereceyi tebrik etmeye geliyor, denildi. Nûrun
git-gide çoğaldığı bir anda Resûlullah efendimiz
görünerek bir elbise verdiler. Sonra; "Bu, kutubluk
denilen velîlere âit evliyâlık elbisesidir." buyurdular.
Resûlullah efendimizden Hazret-i
Ali vâsıtasıyla gelen feyzler, mânevî ilimler ondan
sonra Hazret-i Hasan ile Hüseyin ve on iki imâmdan
diğerleri ile devam etti. Bunlardan sonra gelen evliyâya
feyzler hep on iki imâm vasıtasıyla geldi. Abdülkâdir
Geylânî dünyâya gelip velî oluncaya kadar hep böyle idi.
Fakat o evliyâlıkta yüksek dereceye kavuşunca, on iki
imâmdan gelen feyzler, ilimler, bereketler onun
vâsıtasıyla geldi. Başka hiç bir velî bu makâma
ulaşamadı. Bunun için; "Önceki velîlerin güneşi battı.
Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak,
batmayacaktır." buyurdular. Kıyâmete kadar, her velîye
feyzler onun vasıtasıyla gelecektir. Bunun için
kendisine "Gavs-ül-A'zam(= En büyük Gavs) " denildi.
İmâm-ı Rabbânî bu hususda onun vekîlidir.
Abdülkâdir Geylânî 'nin
evliyâlıktaki derecesinin yüksekliğini zamânındaki bütün
evliyâ kabûl etmişti. Şeyh Halîfet-ül-Ekber anlatır:
Rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. "Yâ Resûlallah!
Şeyh Abdülkâdir, ayağım bütün velîlerin boynu
üzerindedir, diyor ne buyurursunuz?" diye sordum. "Doğru
söylemiştir. O benim himâyemde bir kutubdur, bu nasıl
olmasın?" buyurdu."Adiyy bin Müsâfir; "Bu sözü yalnız o
söyledi, başkasından duymadım. O bununla kendi
zamânındaki ferdiyet denilen makâmını açıklar. Onun gibi
hiç kimse böyle söylemeğe mezun, izinli değildir." der.
Abdülkâdir Geylânî bu sözü
söylediğinde, yeryüzünde velîler boyunlarını ona doğru
uzattı. O anda boynunu uzatanlardan biri Ahmed
Rufâî'dir. Ona niçin böyle yaptığını sorduklarında şöyle
dedi: "Şu anda Abdülkâdir Bağdad'da "Ayağım, her velînin
boynundadır" diyor.Ahmed Rufaî; "O bu sözü mânevî emirle
söyledi." dedi.
Ebû Medyen Mağribî de; "Evet ben
Mağrib'de ona boynunu uzatanlardan biriyim." buyurdu.
İbn-i Hacer-i Askalânî hazretleri
de; "Bunun mânâsı, ilerde o kadar kerâmet gösterecektir
ki, inâd eden ve doğru yoldan sapanlardan başkası onu
inkâr etmeyecektir." dedi.
Büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm;
"Şüphesiz o, evliyânın sultanı idi." demişti.
Hayat bin Kays hazretleri buyurur
ki: "Abdülkâdir Geylânî bu sözü söyleyince, bütün
velîlerin kalblerindeki nûrlar arttı. İlimlerinde
bereket, hâllerinde yükseklik görüldü. Çünkü onlar
istisnâsız, başlarını onun ayağına doğru uzatmışlardı."
Abdülkâdir Geylânî 'nin
tasavvuftaki yoluna Kâdiriyye tarîkatı denir.
Tarîkatının husûsiyeti, dînin emir ve yasaklarına uymak,
devamlı zikir, Allah’ı anmak, gönlü Allah’dan
başkasından kurtarmaktır.
Abdülkâdir Geylânî tasavvuf
bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu.
Rasulullah efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı
ve tesirli idi. Kendileri şöyle anlatır:
Hicrî beş yüz yirmi bir senesi
Şevval ayının on altısı olan Salı günü öğleden önce,
Resûlullah efendimizi rüyâmda gördüm."Ey oğlum, niçin
konuşmuyorsun?" buyurdu. "Babacığım ben yabancıyım.
Bağdad fasîhlerinin yanında nasıl konuşurum?" dedim.
"Ağzını aç!" buyurdu. Ağzımı açtım. Yedi defâ ağzıma
sürdü ve; "İnsanlarla konuş, onları güzel hikmet ve
vâzlar ile Rabbinin yoluna çağır." buyurdu. Öğle
namazını kıldım. Yanımda kalabalık insanlar gördüm.
Nutkum tutuldu. Ali bin Ebî Tâlib'i gördüm. Mecliste
benim karşımda ayakta duruyor ve bana; "Ey oğlum niçin
konuşmuyorsun?" diyordu. "Babacığım! Nutkum, konuşmam
tutuldu, konuşamıyorum." dedim. "Ağzını aç." buyurdu.
Açtım. Altı defâ sürdü "Niçin yediye tamamlamadınız?"
dedim. "Resûlullah'a karşı olan edebimden." buyurdu ve
gözden kayboldu. Bundan sonra en fasîh bir dille
konuşmağa başladım.
Birgün, minberde oturmuş vâz
ediyordu. Birden süratle en son basamağa indi. Ayakta,
elini elinin üstüne koyarak, mütevâzi bir şekilde durdu.
Bir müddet sonra minbere çıktı. Eski yerine oturdu ve
vâzına devâm etti. Oradakilerden birisi, ne oldu diye
suâl edince; "Ceddim Resûlullah'ı gördüm. Geldi ve
minber önünde durdu. Hayâ edip, son basamağa indim.
Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana yerime oturmamı ve
insanlara vâz etmemi emr etti." dedi.
Sohbetlerinde bâzan birkaç kişi
coşarak kendinden geçerdi. Haftada üç gün, cumâ, salı ve
pazartesi gecesi halka vâz ederdi. Vâzında, âlim ve
evliyâdan zatlar da bulunur, hepsi büyük bir huzûr
içerisinde dinlerlerdi. Kırk sene böyle devâm etti.
Sorulan suâllere gâyet açık ve doyurucu cevaplar
verirdi.Ders ve fetvâ vermeye yirmi sekiz yaşında
başlamış olup, bu hâl altmış yaşına kadar devâm etti.
Huzûrunda Kur'ân-ı Kerîm tegannîsiz gâyet sâde, tecvide
riâyetle okunurdu.
Derin ilim sâhibi idi. On üç çeşit
ilimde ders verirdi. Sabah ve ikindiden sonra tefsîr,
hadîs ve fıkıh; öğleden sonraları Kur'ân-ı kerîm ve
kırâat dersleri okuturdu. Akşam ve sabah ise, usûl-i
fıkıh ile nahv, arabî cümle bilgisi verirdi. Onun
bereketiyle talebeler çabuk ilerlerdi.
Ebû Muhammed Haşşâb der ki:"Gençken
nahiv okuyordum. Bana bir gün Abdülkâdir Geylânî'nin
vâzlarında çok tesirli konuştuğunu söylediler. Vakit
bulamadığım için gidemezdim. Nihâyet bir gün vâz verdiği
yere gittim. Beni görünce; "Bizim sohbetimizde bulun,
seni Sîbeveyh yapalım." dedi. O günden sonra yanından
ayrılmadım. Din bilgilerinde ve aklî ilimler denilen
diğer yardımcı ilimlerde çok istifâde ettim. "
Bir gün birisi huzûrunda Kur'ân-ı
kerîm okudu. Âbdülkâdir-i Geylânî okunan âyet-i
kerîmeleri tefsîr etmeye başladı. Kırk şekilde tefsîr
yaptı ve hepsinin delilini gösterdi. Orada bulunanlar
yalnız on bir tefsîri anlayabildi ve dinleyenleri
hayrette bıraktı. Sonra; "Sözü burada bırakıyorum. Şimdi
kelime-i tevhide geldik"Lâ ilâhe illallah" dedi. Bunları
söyler söylemez cemâatı bir hâl kapladı, hepsi
kendilerinden geçti.
Önce lâzım olan din bilgilerini
öğrenmeyi tavsiye ederdi. Cubbâî ismindeki bir zât
anlatır: "Evliyânın hayâtından ve sözlerinden bahseden
arabî Hilyet-ül-Evliyâ kitabını birisinden dinlemiştim.
Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp yalnız ibâdetle
meşgûl olmak istedim. Gidip Abdülkâdir Geylânî'nin
arkasında namaz kıldıktan sonra huzûrunda oturdum. Bana
bakıp; "Eğer inzivâya çekilmek istersen, önce ilim,
sonra da mürşid-i kâmillerin huzûrunda edeb öğren. Daha
sonra inzivâya, yalnız ibâdete başla. Yoksa, ibâdet
ederken dinde bilmediğin bir şeyi öğrenmek îcâbeder de,
yerinden ayrılmak durumunda kalırsın." buyurdu.
Abdülkâdir Geylânî 'nin şöhreti her
tarafı kaplayınca, Bağdad'ın ileri gelen âlimleri,
herbiri bir mesele sorup imtihân etmek için huzuruna
gelip oturdular. Bu esnâda Abdülkâdir Geylânî'nin
göğsünden ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir
nûr çıktı ve âlimlerin göğsünden geçip gitti. Âlimleri
bir hâl kapladı. Bunun üzerine onları tek tek bağrına
bastı ve şimdi suâllerinizi sorun buyurdu. Her biri
suâllerini sorup, hemen cevâbını aldı. Onlara; "Size ne
oldu böyle?" denildiğinde; "Huzûrunda oturduğumuzda,
bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca
unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Suâllerimizi sorunca,
öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık." dediler.
Ebû Sa'îd Kilevî şöyle anlatmıştır:
"Ben, Abdülkâdir-i Geylânî'nin meclisinde iken,
Resûlullah efendimizi ve gördüm.Bir defâsında da Hızır
aleyhisselâmı görmüştüm. "Her kim dünyâda kurtuluşa
ermek ve saâdete kavuşmak isterse, Şeyh Abdülkâdir'in
meclisine devâm etsin!" buyurmuştu."
İbn-i Kudâme şöyle söylemiştir:
"1166 (H.561) yılında Bağdad'a girdiğimizde,
Abdülkâdir-i Geylâni'yi ilmin zirvesine yükselmiş
gördük. O, ilmi ile amel eder, kendisine sorulan çetin
sorulara doyurucu cevaplar verirdi. Bütün güzel huylara
ve üstün vasıflara sâhipti. Onun gibi bir zâta daha hiç
rastlamadık."
Dîne uygun olmayan bir şeye müsâade
etmezdi. Bir gün yanında; "Falanca çok ibâdeti ve
kerâmetleri ile meşhûrdur." diye konuşuldu ve bu
arada;"Ben derece bakımından Yûnus aleyhisselâmı
geçtim." dediği nakledildi. Bunu duyunca yüzünde öfke
eserleri görüldü...
Çok sabırlı idi. Talebelerinin
suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç anlayanlara
sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor
kavrayan bir talebe vardı. Bir gün ders sırasında
İbn-üs-Semhal isminde bir zât gelmişti. Abdülkâdir
Geylâni'nin onun dersi geç anlamasına karşı gösterdiği
tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan
sonra, gösterdiği sabra hayret ettiğini söyleyince,
Abdülkâdir Geylânî ; "Bir hafta daha yorulacağım, ondan
sonra vefât edeceğim." buyurdu. Dediği gibi bir hafta
sonunda dünya boyutundaki görünüşünden sıyrıldı!
Vefâtı:
Abdülkâdir-i Geylânî vefât edeceği
sırada, oğullarına buyurdu ki: "Yanımdan ayrılın! Çünkü
zâhirde, görünüşte sizinle, bâtında Allah ile
berâberim." Yine o esnâda buyurdular: "Yanımda sizden
başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi
gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları
sıkıştırmayın!" Yine; "Aleyküm-üs-selam ve rahmetullahi
ve berekâtühü. Allah beni ve sizi mağfiret etsin! Allah
benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin!" Bir gün bir
gece hep böyle buyurdular.
Oğlu Şeyh Abdürrezzâk anlatır:
Gavs-ül âzam, o esnâda, ellerini
kaldırıp, uzattı ve; "Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi
ve berekâtühü! Tövbe ediniz!" buyurdu.
Vefât ederken iki defâ; "Allahümme
refîk al a'lâ." deyip; "Size geliyorum, size geliyorum."
buyurdu. Tekrar buyurdu ki: "Durun!" Bunun ardından, ona
ölüm ve sekerât hâli geldi. Bu hâlde iken; "Bana kimse
bir şey sormasın. Ben, Allah'ın ilminde bir hâlden başka
bir hâle geçmekteyim." buyurdu.
Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr;
"Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?" diye arz edince;
"Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı
ve elem yok. O, Allah iledir." buyurdu.
Oğlu Şeyh Abdülazîz; "Hastalığınız
nasıldır?" diye sorunca; "Benim hastalığımı, insan, cin
ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allah'ın
ilmi, hükmü ile nâkıs olmaz. Hüküm değişir, ilim ise
değişmez. Allah, dilediğini siler, dilediğini yazar.
Ümm-ül-kitab O'ndadır, O'na yaptığından suâl olunmaz.
Kullara ise, yaptıkları sorulur." buyurdu.
Daha sonra; "Kudret ile hâkim,
kullarına ölüm ile gâlib olan Allah, her ayıp ve
kusurdan münezzehdir. Lâ ilâhe illallah Muhammedün
Resûlullah!" Sonra da; "Allah Allah Allah..." deyip
sonra sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mübarek
rûhunu teslim eyledi.
Cenâze namazını oğlu Abdülvehhâb
kıldırdı.Cenaze merasimine gelen büyük kalabalık
sebebiyle ancak gece defn edilebildi.
Eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) El-Gunye li-Tâlibî Tarîk-ıl Hak:
Îmân, ibâdet ve ahlâkî konuları ihtivâ eder.
2) El-Fethurrabbânî
vel-Feyz-ur-Rahmânî: Vâzlarından meydana gelir.
3) Fütûh-ul-Gayb: Bu eser
vâzlarından ve oğlu Abdurrezzak'a vasiyetinden meydana
gelir.
4) El-Fuyûzâtu'r-Rabbâniyye fî
Evrâd-il-Kâdiriyye: Duâ ve virdlerden meydana gelir.
5) Mektûbat: On beş mektuptan
meydana gelir.
Hazreti Pîr Seyyid Sultan Abdülkadir
Geylani Kaddesallahü Sırrahül Azîz ve Hakîm, velayet
burcunun batmayan güneşi, bütün velilerin piri, intisab
edenlerin mutluluğa erdiği hidayet sancağı, ebedi
saadetleri kendinde toplayan, maddi ve manevi tertemiz
bir yolun mensubu ve Hazreti Muhammed’in (s.a.v.)
soyundan gelen torunudur. Tüm tarikatlar, hikmet ve ilim
yolları, kaynağı Hz. Muhammed (s.a.v.) ummanı olan O
yüce pınardan beslenmişlerdir.
Yüce vasıflarını dile getirmede
kelimelerin güçsüz kaldığı o yüce veli kamil insan,
Gavsül Azam, Velayetin Sultanı, Sultanü’l Evliya,
Sertacü’l Evliya, Kutbu’r Rabbani, Gavsü’s Samedani gibi
yüce sıfatlarla anılır.
Hazreti Abdülkadir Geylani, 1077
(hicri 470) yılında, Peygamberimizin vefatından 445 yıl
sonra, Hazar denizinin güneyinde Geylan kasabasında
doğmuş, 1165 (hicri 562) yılında 91 yıllık muhteşem bir
ömürden sonra, yani 833 yıl önce bu aleme veda etmiştir.
Soy itibariyle hem Seyyid, hem de Şerif idi. Yani soyu,
babası Seyyid Musa tarafından İmam-ı Hasan Efendimiz’e,
annesi Fatma Hatun tarafından da İmam-ı Hüseyin
Efendimiz’e dayanıyordu. Onun için şu ibare meşhur
olmuştur: “Veliler Sultanı Abdülkadir Geylani, aşk ile
doğdu, kemal ile ömür sürdü ve kemal-i aşk ile Rabb’ine
vasıl oldu.”
Doğacağı Ramazan ayının ilk gecesi
babası Seyyid Musa Cengi bir rüya görmüştü: Peygamberler
peygamberi Hz. Muhammed (A.S.), ashab ve bütün evliyayı
kiram bir yere toplanmışlardı. Resulullah (s.a.v.)
Efendimiz buyurdu ki: “Ya Musa, Oğlum! Gücü herşeye
yeten ve herşeyin sahibi olan Cenab-ı Allah, bu gece
sana insanların üstünde müstesna bir erkek evlat hediye
etti. Bu evlat benim evladımdır. Ne mutlu sana..”
Abdülkadir hiçbir çocuğa
benzemiyordu. Ramazan günleri annesinden süt emmiyor,
yöre halkı ramazanın giriş çıkışını onun bu durumuna
göre tayin ediyordu. 18 yaşında çobanlık yaparken bir
ineğin, hikmeti ilahiye ile “Sen bunun için
yaratılmadın,” demesi üzerine annesinden izin alıp ilim
tahsili için Bağdat’a geldi. Yolda kervanın yolunu kesen
eşkiyalara annesine doğruluktan ayrılmayacağına dair
verdiği söz için parasını saklamadan vermesinden dolayı
eşkiyalar utanıp tövbekar oldular.
Hammad-ı Debbas Hazretleri
Bağdat’ta ilk mürşidi olmuş, uzun yıllar ilim tahsili ve
vazu nasihatla meşgul olduktan sonra, Bağdat’tan
uzaklaşıp 25 yıl çöllerde uzlete çekilmiş ve kimseyle
görüşmemiştir. Bu süre içerisinde kendini ayakta tutacak
kadar çöldeki bitkilerle beslenmiş, Peygamber
Efendimiz’in ruhaniyyetinde terbiye görmüş ve Hızır
(A.S.) ile arkadaşlık yapmıştır. 25 yıl sonra Bağdat’a
dönmüş ve tüm insanlık alemine bir hakikat güneşi olarak
doğmuştur.
Bağdat’a gelince tüm halk onun
nasihatlarını dinlemek için toplanmış, konuşmaya
başlayamaması üzerine, Fahr-i Kainat Efendimiz’in
ruhaniyyeti teşerrüf etmiş, ağzına yedi defa üflemiş ve
O’na “Konuş, ya oğlum Abdülkadir; insanlara vaaz ve
nasihatta bulun,” diye buyurmuşlardır. Bundan sonra Hz.
Pir Efendimiz, durmaksızın kaynayıp coşan bir rahmet,
hikmet ve ilim pınarı gibi tüm insanlara, susamış
gönüllere hayat vermiştir ve hala da hayat vermeye devam
etmektedir.
Evet, Seyyid Abdülkadir Geylani
Hazretleri, ölümünden sonra bile tasarrufu ve himayesi
devam eden velayet burcunun şahıdır. Birgün İbrahim bin
Ethem’den bahsederlerken tesadüf ettiği talabelerine
“Yazık, ona çok üzülüyorsunuz değil mi? Eğer zamanımızda
olsaydı onu sarayında, tahtından ayırmadan irşad
ederdik,” diye buyurmuşlardır. Bugün dahi aynı o gün ve
o dakika gibi, O’nun himmet ve tasarruf eli, eskilerin
katlandığı sıkıntı, zahmet ve belalara maruz bırakmadan
Hakk’ı arayan Hak yolcularının üzerindedir. Biraz
gayretle tefekkür edip anlayabilenlere ne mutlu!
Bir defasında şöyle buyurmuştur:
“Hallac-ı Mansur, yanıldı. Ne var ki, zamanında elinden
tutacak kimse çıkmadı. Bana gelince, her yolda kalanı
sırtıma alanım. Arkadaşlarım, müridlerim, sevenlerim, ta
kıyamete kadar, ne zaman darda kalsalar, ellerinden
tutacağım. Her ne niyetle olursa olsun ismimizi anan ve
kapımıza gelen herkese yardım elimiz uzanır. Ey şurada
duran! Atım hızla yol alır. Mızrağım mutlaka hedefe
isabet eder. Kılıcım kından çıktı, hem de keskindir. Her
an seni korumaktayım, ama sen gafilsin; anlayamazsın.”
Seyyid Sultan Abdülkadir Geylani
Hazretleri hem maddi ilimlerde hem de manevi ilimlerde
devrinin tek otoritesi idi. O alimdi, pirlerin piriydi,
kaynağını Habib-i Kibriya’nın o sonsuz deryasından
alıyordu. Bilgi yönünden herkes O’na muhtaçtı.
Soruyorlardı da, soruyorlardı. O da durmadan,
dinlenmeden cevap veriyordu da cevap veriyordu.
İnsanlara, istedikleri her neyse, Rahman’ın bitmez
tükenmez Hazinesinden dağıtıyordu.
“Dünyayı ne yapmalı? Dünyalığı
neylemeli?” diye soranlara “O’nu kalbinden çıkar, eline
al. Böyle yap, artık dünyanın ve dünyalığın sana zararı
olmaz,” diye cevap verirdi. Bazan da, malın-mülkün su
gibi olduğunu, gemi gibi üzerine binene yol
aldıracağını, içine alanı ise helak edip batıracağını
söylerdi. O, manevi bakımdan eşi bulunmaz bir hazine
olduğu gibi, maddi bakımdan da insanların en zengini
idi. Fakat onun zenginliği hep fakirlerin, muhtaç ve
yetimlerin yaralarını sarıyordu. Çünkü O, aynı zamanda
insanların en cömertiydi. Üzerine hiç sinek konmamasının
nedenini soran talebelerine şöyle demişti: “Evlatlar,
sinek, bal ve pekmez neredeyse oraya üşüşür. Benim
üzerimde ne dünya pekmezi, ne de ahiret balının işareti
vardır. İşte bunun için üstümde sinek durmaz.”
Bir keresinde kendisinden ihsan
umarak gelen, doğduğu köyde çobanlık yapan bir çocukluk
arkadaşını, en güzel biçimde misafir ettikten sonra,
giderken de ona en iyi cinsinden bir kısrak ve yüz altın
vermesi üzerine, arkadaşı Abdülkadir Geylani
Hazretlerine kendini tutamayıp: “Ya Abdülkadir! Bu
koyunlar, bu çobanlık bana çoktur. Şu sarayın, köşkler,
dünya ve yıldızlar da sana azdır,” diyerek O’nun
cömertliği ve inceliği karşısında hayranlığını dile
getirmiştir.
Bir keresinde de Onun debdebe ve
saltanatını kıskanan bir yahudinin gelip, “Ya Gavs,
sizin peygamberiniz ‘Dünya müminin cehennemi,
inanmayanın ise cennetidir’ diye buyurmuşken, bir senin
şu ihtişamına bak, bir de benim şu sefil ve fakir halime
bak. Bunu nasıl izah edersin?” demesi üzerine atından
inip adama sağ kolundan cübbesinin yenine bakmasını
söylemiştir. Adam orda Geylani’nin cennetteki durumunu
görüp hayranlık ve hayret içinde kalmış ve şimdi Geylani
Hazretlerinin cennete nisbetle cehennemde olduğunu
söylemiştir. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin sol
kolundan bakan adam orda da cehennemdeki kendi durumunu
görmüş, korku ve dehşet içinde kalarak dünyanın
cehennemdeki yere nisbetle kendisi için bir cennet
olduğunu itiraf etmiş ve pişmanlık içerisinde tövbe
ederek Hz. Pir’in huzurunda müslüman olmuştur.
O’nun daha pek çok tasavvufi
kerametleri anlatılagelmiştir. Şeytanın bir cihetten
seslenip üzerinden şeriatın kalktığını söylemesi üzerine
ilahi ilmi vukufiyetiyle bunu sezip “sus, ey melun” diye
cevap vermesi; bir ölüyü mezardan Hz. İsa Peygamber gibi
“Allah’ın izniyle kalk,” diyerek diriltmesi; hizmetinde
bulunan bir aşçıyı, birkaç saniye içinde aslında o
aşçıya 12 sene gibi gelmesine rağmen tayy-ı zamanla
imtihan etmesi; saldırıya uğrayan bir hanımın onun
ismini anarak ondan yardım dilemesi üzerine elindeki
asayı mescidinden atarak saldırganı uzaklaştırması onun
sayısız kerametlerinden sadece birkaçıdır.
Maddi ve manevi ilimlerdeki
derinliği ve üzerindeki manevi lütuf ve rahmetle dinin
esaslarını yeniden dirilttiği için kendine “dinin
dirilticisi” anlamında “Muhyiddin” denmiş, O da bu ismi
Endülüs’te dünyaya gelen ve “Şeyhül Ekber” namıyla ün
salan manevi evladı İbni Arabi’ye vermiştir.
Manen aldığı selahiyet ve emirle
birgün Bağdat’ta zamanın kutbu (sahibüzzaman) olduğunu
ve ayaklarının bütün evliyanın boynu üzerine olduğunu
ilan etmiş ve bütün evliya da onun bu sözünü tasdik
etmişlerdir. O’nun bu üstün halini, makamını ve
mertebesini anlayan, bilen ve tasdik eden ve Seyyid
Abdülkadir Geylani’den 150 yıl sonra dünyaya gelen Şah-ı
Nakşıbend Efendimiz “Bütün evliyanın boynu üzerine olan
Geylani’nin ayağı benim gözümün nuru üzerine olsun,”
diyerek mukabele etmiştir. Rivayete göre, birgün uzun
bir süre hiç hareketsiz durduğunu gören ve bunun
nedenini soran talebelerine Geylani Hazretleri, “Velayet
kokusu Buhara’dan geliyor,” demiştir. Bahaüddin bin
Muhammed El-Buhari Hazretleri Hacca giderken Hz. Pir’in
türbesini ziyaret etmiş; bu sırada manevi bir halle,
Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretlerinin elinin kalbine
nakşedildiğini ve kabz halinin çözüldüğünü gördüğünden
kendisine “Şah-ı Nakşibend” lakabı takılmıştır.
Geylani’nin feyz ve himmetinden istifade ederek ona olan
minnettarlığını, muhabbetini izhar eden Şah-ı Nakşibend
Efendimiz, bu hususu şu müstesna şiirinde dile getirir:
Her iki alemin sultanı Şah
Abdülkadir
Evladı Ademin hakanı Şah Abdülkadir,
Arşın, Kürsi’nin, Kalem’in ayı hem güneşi,
En büyük nurdan bir kalb nuru Şah Abdülkadir.
Bu şiir mana büyüklerinin birbirini nasıl anladıklarını,
birbirlerine nasıl muhabbet ettiklerini, nasıl
yardımlaştıklarını ve manen nasıl tevhid sancağının
taşıyıcıları olduğunu gösteren bir ibret tablosudur. Bu
tablo bize bu büyüklerin ardından yürüyenlerin,
birbirlerini nasıl anlayıp muamele edecekleri hususunda
bir anahtar hüviyetindedir.
Seyyid Abdülkadir Geylani
Hazretleri oğluna şöyle vasiyet etmiştir: “Tasavvuf öyle
bir haldir ki, o hale kimsenin laf ile varması mümkün
değildir. Onun için bir fakire rastlarsan ilmine
dayanarak onunla münakaşa etme, itirazda bulunma.
Gönlünü almaya bak. Şunu iyi bil ki, tasavvuf sekiz hal
üzeredir: 1. Merhamet ve şefkat, 2. Doğruluk, 3.
Sadakat, 4. Cömertlik, 5.Sabretmek, 6. Sır tutmak, 7.
Fakirliğini ve acizliğini bilmek, 8. Rabbine şükretmek.”
Abdülkadir Geylani Hazretleri’ne
hayranlıklarını ve minnettarlıklarını anlata anlata
bitiremeyen Hak aşıklarından birkaç mısra şöyledir:
Yunus der ki:
Seyyah olup şol alemi ararsan
Abdülkadir gibi sultan bulunmaz
Ceddi Muhammeddir, eğer sorarsan
Abdülkadir gibi sultan bulunmaz
Hak yeri yaratıp göğü düzeli
Hoş nazar eylemiş ona ezeli
Evliyalar serçeşmesi, mana güzeli
Abdülkadir gibi sultan bulunmaz
O zamandan bu yana asırlar asırları kovalamış, ama
Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretlerinin güneşi hep aynı
kalmıştır. O güneş ki, hala ötelerin ötesine ulaştıracak
engin ufuklar çiziyor. O, Ebu Muhammed, Kutbu’r Rabbani,
insanların ve cinlerin rehberi olan Seyyid Sultan
Abdülkadir Geylani’dir. Tam sekiz asırdan fazladır
insanların sığınağı, darda kalmışların yardımına
yetişici olmaya devam etmiştir. O batmayan güneştir.
Menkıbe ve kerametleri sayılamayacak kadar çoktur.
Hiçbir velide ondaki kadar çok keramet görülmemiştir.
O, Gavsül Azam’dır; O’na bu ismi
Cenabı Hak ihsan etmiştir. Adetleri yırtacak ve akılları
donduracak kadar halleri ve keşifleri olmuştur. O, zikri
daim, fikri çok, kalbi yumuşak, yüzü mütebessim, ruhu
ince, eli açık, ilmi umman, ahlâkı üstün ve soyu temiz
bir Zat-ı Şeriftir. O ve onun yolunun nurdan halkaları,
ömür denilen sermayeyi en güzel şekilde yaşayarak bu
yüksek makamlara hak kazanmışlardır. Onlar ehli sünnet
üzere doğru bir itikat, sabır, gayret, doğruluk, güzel
ahlâk, ihlas ve diğer pek üstün meziyetlerle kulluk
makamının en üstün noktalarına ulaşmışlardır. Onları
anlamak ancak onların gittiği nurlu yolun yolcusu
olmakla, yani İslamiyet’i yaşamakla mümkündür. Onu
sevmek saadet tacı, onun ahlâkıyla ahlâklanmak sonsuz
kurtuluş ilacıdır. Çünkü O’nun namı: Hazreti Pir Seyyid
Sultan Abdülkadir Geylani Kaddesallahu Sırrahul Aziz ve
Hakim’dir