itikat
Gerçek
Dinin Esasları ve Başlıca Dinler
1- Gerçek din, Yüce Allah'ın bir kanunudur ve birtakım sağlam
hükümlerin kutsal bir mecmuasıdır. Allah bunu, peygamberleri aracılığı
ile insanlara ikram ve ihsan, buyurmuştur. Bu kanun, insanları hayırlı olan
şeye götürür. İnsanlar, bu Allah kanununun buyruklarına kendi güzel irade
ve arzuları ile uydukça, doğru yol üzerinde bulunur ve hidayete ermiş
olurlar. Hem dünyada, hem de ahirette mutluluğa ve selamete kavuşurlar.
2- Dinler başlıca üç kısma ayrılır.
Birincisi: Hak dinlerdir. Bunlar yukardaki tarife uygun
olanlardır. Yüce Allah tarafından konulup peygamberler aracılığı ile
insanlara bildirilen dinlerdir. Bunlara "İlahî ve Semavî" dinler de
denir.
Semavî dinlerin hepsi esas bakımından birdirler. Yalnız
bazı ibadetler ve hukuk kuralları bakımından aralarında ayrılık olmuştur.
Hazret-i Adem'den Hazret-i İsa'ya kadar gelen bütün mübarek
peygamberlerin insanlara bildirmiş oldukları dinler, iman esaslarında bir
olup yalnız bir Allah'a iman etmeye dayalı iken, bunlar sonradan bozulmuş ve
asılları kaybolmuştur. Yüce Allah en son ve en büyük Peygamberi olan
Hazret-i Muhammed'i Sallallahu aleyhi ve Sellem'i bütün insanlara Peygamber
olarak göndermiştir. Onun aracılığı ile de hak dinlerin en sonu ve en mükemmeli,
olan İslam dinini kullarına Allahü Teala ihsan etmiştir. İşte bugün yeryüzünde
hak din olarak kıyamete kadar yaşayacak olan yalnız bu İslam dinidir.
İkincisi: Asılları değişmiş ve bozulmuş olan
dinlerdir. Bunlar, yukarıda söylendiği gibi asılları bakımından birer gerçek
din iken sonradan bozulmuş, İlahî niteliklerini kaybetmiş olan dinlerdir.
Üçüncüsü: Batıl dinlerdir. Bunlar asılları bakımından
da gerçek din ile ilgisi bulunmayan dinlerdir. Bunlar birtakım milletler tarafından
ortaya konmuş olan uydurma inançlardır. Bunlarda akla ve mantığa uygun olan
bazı hükümler bulunsa bile konuluşları itibariyle İlahî olmak şerefinden
yoksun olup hiç bir bakımdan din kutsallığını taşımazlar. Ateşe, yıldızlara
ve putlara tapan milletlerin dini bu türdendir.
Gerçek
Bir Dinin Vasıfları ve Yararları
3- Gerçek bir dinin belirgin vasıfları, kendini diğer
dinlerden seçkin kılan özel nitelikleri pek çoktur. Özetle diyebiliriz ki,
gerçek din insanlara yalnız bir Allah'ın varlığını bildirir, yalnız bir
Allah'a ibadet edilmesini emreder, bütün kainatın Allah'dan başka yaratıcısı
bulunmadığını haber verir. Bütün peygamberlere ve bütün semavî
kitablara ayırım yapmaksızın inanılmasını ister. Sonsuz olan bir ahiret
hayatının varlığını anlatır. İnsanları bir düzen içinde birleştirir
ve aralarında bir kardeşlik meydana getirir. İnsanların yaratılışında eşitlik
bulunduğunu gösterir. Allah katında üstünlüğün takva ve güzel ahlakla
olduğunu öğütler. Her yönü ile akla ve hikmete uygun bulunur, insanların
kurtuluşuna ve mutluluğuna vesile olur.
İşte bütün bu niteliklere sahib olan din, bugün yeryüzünde
var olan ve kıyamete kadar devam edecek olan yalnız İslam dinidir.
4- Hak dinin yararlarına gelince:Bu yararlar çoktur ve pek
önemlidir. Böyle bir din sayesinde insanların kazanacakları yararları ve
mutlu halleri anlatmaya hiç bir kalem yeterli değildir. Şu kadarını
bildirelim ki, insan hak bir din sayesinde ne için yaratıldığını öğrenir,
kendisini yaratıp büyüten, sayısız nimetlere eriştiren mukaddes kutsal
mabudunu tanır. Allah'ın seçkin kulları olan Peygamberlerin varlığına
inanır ve onların güzel huyları ile hayatını aydınlatmaya çalışır. Böylece
insanlığa yaraşır bir yaşayışla yaşar ve ölünce de sonsuz bir mutluluğa
kavuşur.
Şunu da arz edelim ki, gerçek bir din, insana güç verir,
onu hayata hazırlar, onu en düşünceli ve en üzüntülü günlerinde teselli
eder. Böylece insanın gelecekteki hayatını korumuş olur.
Düşününce şu gerçeği anlarız: İnsan bu dünya hayatında
yaratıklardan bir yaratıktır. İnsan bu alemdeki yaratıkların yanında bir
zerre mikdarıdır. Birçok ihtiyaçlar içinde çırpınmaktadır. Mevcut
alemin bir takım kuvvetleri karşısında pek aciz bir durumdadır. Sonra da,
daha açılmadan solan çiçekler gibi bütün varlığını kaybederek ölüp
gitmektedir. O halde insanlık bu ölümlü hayattan ibaret olsa, insanlar kadar
durumlarına acınacak bir yaratık olamazdı.
O halde bu maddî ve ölümlü hayat bakımından insanın yaşantısı
tam bir huzur ve bahtiyarlık içinde olamaz. Fakat diğer bir yönden insan çok
bahtiyar ve pek mutludur. Çünkü gerçek dine sarıldıkça, insan kalben
huzur içinde olur. Sonsuz bir mutluluğa erişme hazırlığındadır. Bu geçici
hayatın sona ermesi, kendisini hiç bir tasaya düşürmez. Böyle bir insan,
ebedî bir varlığın kendisini rahmeti ile koruyacağından emindir. Hiç bir
zaman kaybolmayacak olan bir hayata kavuşmakla mutlu olacağına inanmıştır.
İşte bütün bunlar, gerçek bir dinin insanlık alemine
kazandıracağı yararların bir kısmıdır.
İnsan, ancak böyle bir din sayesinde hayatını kanaat üzere
düzenler, büyük yaratıcısına seve seve ibadette bulunur, hakları gözetir,
ebedî olan cennet mükafatına kavuşma isteği ile dindaşlarına ve bütün
insanların hidayete ermelerine hizmet etmek ister. Böylece cemiyetin çok kıymetli
bir organı olur.
Sonuç: İnsanlığa bu yüksek ruhu veren, bu güzel yaşayış
şeklini öğreten, gerçek dinden başkası olamaz.
İslam
Dininin Genelliği ve Mutlu Sonuçları
5- İslam dini, hak dinlerin en sonu ve en olgunudur. Bu
kutsal din, yalnız bir millete ve bir zamana özgü değildir. Bütün
insanlara kıyamete kadar gerekli olan Allah'ın tabii dinidir. İnsanların
yaratılışlarına ve yaşayışlarına tamamiyle uygundur. Bu yüce din, bir
kurtuluş ve selamete eriş yoludur, bu mutluluk kaynağıdır. Allahû Teala'nın
razı olduğu dindir. Cenab-ı Hak buyurmuştur:
"Allah katında din İslam'dır."
(Al-i
İmran: 19)
6- İslamiyetin ortaya çıkışından önce, bütün yeryüzü
din bakımından cehalet karanlığı içinde kalmıştır. Hak dinler, sönmüş,
İlahî ilim ve irfan güneşi batmış, ufukları karanlıklar kaplamıştı.
İnsanlar yalnız kendi hırsları uğrunda çalışıyor, çırpınıyor ve çarpışıyordu.
Birbirlerini esir ediyorlardı. Arab yarımadasının halkı ise, büsbütün
cehalet içinde kalmıştı. İnsanlar kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlardı.
Bu davranışları onları utandırmıyordu. Kız çocuklarını canlı olarak
toprağa gömüyorlardı. Bundan da hiç bir üzüntü duymuyorlardı. Bayağılık
içinde başka milletlerin hakimiyeti altında yaşıyorlardı ve bundan da bir
tasaları yoktu. Netice olarak güzel inançtan, iyi ahlakdan, yararlı işlerden
ve yüce duygulardan hiçbir eser kalmamıştı.
Fakat İslam güneşi doğmaya başlayınca, yeryüzünün
birçok yerleri hemen aydınlanmaya başladı. İnsanlık alemi hakdan,
adaletten, eşitlikten ve kardeşlikten haberdar oldu. Putlara tapan, insanların
ayaklarına kapanan başlar, yalnız noksanlıklardan beri olan bir Allah'a
secde etmeye başladı. Ruhlar yükseldi, diller Yüce Allah'ı anmakla bezendi.
Gözler, büyük yaratıcımızın güzel eserlerini seyretmekten meydana gelen
uyanıklık nurları içinde kaldı.
Sonuç olarak; İslam dini sayesinde gerçek bir medeniyet,
sağduyulu insaniyet, yararlı bir ilerleme ve çok mutlu bir devrim oldu. İnsanlık
alemi bu mukaddes dine sarıldıkça şüphesiz daima yükselecektir.
İman
ve İslamın Niteliği
7- İman, lügat manası bakımından, bir şeye inanmak ve
bir şeyi doğrulamak demektir. "Bu iş böyledir, şöyledir" diye hüküm
vermektir.
Din teriminde ise, Yüce Allah'ın dinini kalb ile kabul edip
Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in bildirdiği şeyleri kesin olarak
kalb ile doğrulamaktır.
İmanın aslı bu olmakla beraber bir engel hal bulunmadığı
takdirde kalb ile kabul edilip inanılan bu hükümleri dil ile söylemek ve şahadette
bulunmak lazımdır. Çünkü inanılması gereken şeyleri kalb ile benimseyip
kabul eden kimse, bunları dili ile söylemezse, onun iman durumu insanlar tarafından
bilinmez, onun müslüman olduğuna hükmedilmez.
Kalb ile doğrulamak, dil ile söyleyip ikrar etmekle meydana
gelen imanla beraber namaz kılmak ve oruç tutmak gibi ameller de gereklidir.
Çünkü biz, bu görevleri yapmakla sorumluyuz. Bu görevleri yapmak imana
kuvvet verir, imanın kalbdeki nurunu çoğaltır. İnsanı azabdan kurtarır. Yüce
Allah'ın ihsan ve ikramlarına kavuşturur.
8- "İslam" sözüne gelince; Lügat manası bakımından
İslam, teslim olmak, boyun eğmek ve itaat etmektir. Din teriminde ise, Yüce
Allah'a ve O'nun peygamberine itaat etmek, Peygamber Efendimiz'in din adına
bildirmiş olduğu şeyleri kalb ile kabul edip dil ile söylemek ve onları güzel
görmektir. İslam aynı zamanda din manasına gelir.
9- Gerçek din ile İslam arasında esasta bir fark yoktur.
Her gerçek din İslamdır. Her İslam da gerçek bir dindir; Buna müslümanlık
da denir.
Allah Teala'nın dinine sadece "din" denildiği
gibi, millet şeriat, İslam ve İslam dini de denir. Bununla beraber "İslam"
sözü, bazen güzel ameller manasında, bazen da İman manasında kullanılır.
Şeriat sözü de, ibadetler ve insanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olan hükümlerin
tümünde kullanılır.
İman
ile İslamın Şartları
10- İslam dininde Yüce Allah'a, meleklere, Allah'ın
kitablarına, peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kadere iman etmek esastır.
Bunları bilip kabullenmek imanın temel şartıdır. Onun için imanın şartları
altıdır, denilir. Bu şartlar müslümanlıkta kesinlikle mevcut esaslardır.
Bunlara, inanılması zorunlu din ilkeleri denir. Bunlara inanmak mecburiyeti
vardır. Bunları doğrulamadıkça iman gerçekleşemez. Bunlardan herhangi
birini inkar etmek -Allah korusun- insanı hemen dinden çıkarır.
Biz bu imanımızı; "Amentü billahi..."
sözlerini okumakla daima açıklıyor ve isbat ediyoruz. Bu sözleri okuyan şöyle
demiş oluyor:
"Ben Yüce Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitablarına,
O'nun peygamberlerine, ahiret gününe, kaderin (iyi ve kötü her şeyin yaratılışı)
Allah'dan olduğuna inandım. Öldükten sonra dirilip mahşerde (hesab yerinde)
toplanmak hakdır ve gerçektir. Şahidlik ederim ki, Allah'dan başka ilah
yoktur ve yine şahidlik ederim ki, Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve
sellem) O'nun kulu ve peygamberidir."
11- İslamın şartları ise, beştir. Peygamber Efendimiz'in
bir hadislerinin manası şudur: "İslam dini beş şey üzerine kurulmuştur:
Şahadet sözünü getirmek (Eşhedü en lâ İlahe İllallah ve Eşhedü enne
Muhammeden Resûlüllah, demek), namaz kılmak, zekat vermek, ramazan ayı oruç
tutmak ve hac etmek."
İşte bu beş şey İslam'ın şartıdır. Bu şartları gözetip
onları yerine getiren insan, İslam şerefine ermiş, Müslüman rütbesini
kazanmış olur.
"Eşhedü en lâ İlâhe İllallah ve Eşhedü
enne Muhammeden Abdühu ve Resûlühu = Allah'dan başka ilah olmadığına
şahidlik ederim. Yine Muhammed'in (a.s.) Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahidlik
ederim." sözlerine "Kelime-i Şehadet" denir.
"La İlâhe
İllallah, Muhammed'ün Resûlüllah" sözüne de "Kelime-i
Tevhid" denir. Biz bu mübarek kelimeleri daima okuruz.
Yüce
Allah'a ve O'nun Sıfatlarına İman
12- Yukarda yazılı olduğu üzere imanın
temelini teşkil eden altı şart vardır. Bunlardan birincisi Yüce Allah'a
iman etmektir. Şöyle ki: "Allah Tealâ (Yüce Allah) diye ismini andığımız
şanı büyük olan Yaratıcı vardır. Eşi ve benzeri olmayan o varlık bütün
kemal sıfatları ile vasıflanmıştır. Bütün noksanlıklardan beri (münezzeh)
dir. Bütün âlemleri yoktan var eden O'dur. O'nun kudret ve büyüklüğüne
denk hiçbir şey yoktur. Bizleri ve bizim gördüklerimizle görmediğimiz sayısız
âlemleri yaratan, yetiştirip besleyen ancak O'dur.
Yüce Allah'ın "Rahman, Rahim, Halık, Rezzak, Hakîm,
Rabb, Mübdî, Azîz, Gaffar, Tevvab, Hak" gibi daha birçok mübarek
isimleri ve büyük sıfatları vardır. Özellikle Vücud
(Varlık) sıfatı
vardır. Bundan başka mübarek sıfatları iki kısma ayrılır. Bir kısmı
Selbi
Sıfatlar'dır ki, Kıdem, Beka, Havadise Muhalefet (hiç bir yaratığa
benzer olmamak), Kıyam Bizatihi (varlığı kendiliğinden oluş),
Vahdaniyet (ortağı olmamak) sıfatlarından ibaret olmak üzere beştir.
Diğer kısmı da Sübut Sıfatları
dır ki, bunlar Hayat,
İlim, İrade, Kudret, Semi, Basar, Kelâm, Tekvîn sıfatları olmak üzere
sekizdir. Bu sıfatların hepsine birden "Kemal Sıfatları" denir.
İşte biz, böyle kemal sıfatları ile vasıflı bulunan şanı
yüce bir Allah'a ve O'nun bu büyük sıfatlarına iman ederiz. Bu büyük sıfatlarla
ilgili biraz bilgi vereceğiz.
13- Vücud:
Allah Tealâ'nın varlığı
demektir. Allah Teala'nın varlığı hakdır ve en büyük varlık O'na
mahsustur. O'nun varlığı, yarattığı şeyler bakımından yaratıkların
hepsinden daha açık ve zahirdir. Çünkü Yüce Allah olmasaydı, hiç bir şey
olmazdı. Gerek bizim varlığımız ve gerekse herhangi bir şeyin varlığı Yüce
Allah'ın varlığına birer şahiddir.
Biliyoruz ki, bu alemde hiçbir şey kendiliğinden var
olacak bir durumda değildir. Bunlardan hiç biri ne kendi kendine var olabilir,
ne de kendi kendine yok olabilir. Başka bir deyişle, hiç bir şey kendi
kendine yokluktan varlığa gelemez. Varlıkdan da yokluğa gidemez. Hiçbir
yaratık da ne bir zerreyi var edebilir, ne de onu yok edebilir. İçinde yaşadığımız
bu dünya ile beraber sonsuz alemler meydana gelmiş, birbiri ardınca vücuda
gelip devam etmektedir. Nice şeyler de varken yok olmuştur.
İşte bütün bunları yokluktan var eden ve sonra yok eden,
kuvvet ve hikmet sahibi Yüce bir yaratıcının varlığından asla şübhe
edilemez.
14- Yüce Allah'ın varlığını isbat için Kelam (Akaid)
ilminde felsefe kitablarında pek çok delil yazılıdır. Bunlardan bir kısmını
"Muvazzah İlm-i Kelam Dersleri" adındaki eserimizde açıklamış
bulunuyoruz. Şimdi burada:
"Şübhe yok ki, göklerin ve yerin yaratılışında,
gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahibleri için (Allah'ın varlığını,
kudret ve azametini gösteren) büyük işaretler vardır."
(Ali
İmran: 190) ayetini okuyup yüksek anlamını
düşünmek yeterlidir.
Bu ayet-i kerîme güzelce düşünülürse, Yüce Allah'ın
varlığına, kuvvet ve kudretinin büyüklüğüne dair sayısız deliller önümüze
çıkar. Bizim bu eserimiz onları açıklamaya yeterli değildir. Ancak
astronomi, kozmoğrafya, biyoloji, kimya, ruhiyat (psikoloji) ve anatomi gibi
ilimlerin verdiği bilgileri göz önüne getirenler, bu ayet-i kerîmenin işaret
ettiği delillere pek güzel akıl erdirebilirler. Her sağduyu sahibi insan düşündükçe,
Yüce Allah'ın varlığını kabule mecbur olur.
İşte yukarda Türkçe anlamını verdiğimiz ayet-i kerîme,
bu gerçekleri haber veriyor ve bizi uyarıyor. Bundan sonra gelen:
"Akıl ve anlayış sahibleri o kimselerdir ki,
ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken (her hallerinde) Allah'ı
anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (ve
derler): Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. (Boşuna bir şey
yaratmaktan) sen münezzehsin. Bizi ateş azabından koru."
anlamındaki ayet-i kerime, gerçek anlayış ve akıl sahibi kimler olduğunu
bize bildiriyor.
Bütün bu ayetler, İslam dininde aklın ve düşüncenin ne
kadar büyük önem taşıdığını da bize göstermiş oluyor. Bir hadisi şerifde
de:
"Düşünce gibi bir ibadet yoktur."
buyurulmuştur.
Gerçekten İslam dininde aklın ve düşüncenin büyük
yeri vardır. İslam dini tamamen akla ve hikmete uygundur. Muhakeme ve eleştirme,
onun hak ölçülerini değiştiremez. İslamiyet düşünen insanların
dinidir.
İşte akıllı insanlar o kimselerdir ki, gökleri, arzı,
gece ve gündüzleri, göklerde parıldayan ve her biri güneşten binlerce defa
daha büyük yıldızların ihtişamını düşünürler, yeryüzündeki sayısız
canlı ve cansız yaratıkları göz önüne alırlar. Hoş gündüzlerin, sakin
gecelerin ne kadar sağlam bir düzen ve ölçü içinde yaratılış kanununa
uyarak birbirini kovalayıp durduklarını düşünürler. İbret bakışları
ile yapılan böyle düşünceler sonunda, bu aleme bu düzen ve ölçüyü
vermiş olan Yüce Allah'ın kudret ve azametini insanlar isteyerek ve
teslimiyetle kabule mecbur olurlar.
Hatta böyle büyük varlıkları değil, bir zerreden küçük
olduğu halde büyük bir duygu ile hayat ve görevini sürdürmeye çalışan
bir mikrobu, yine bir zerreden küçük olduğu halde başlıbaşına bir kuvvet
hazinesi olan bir atomcuğu düşünmek bile, gerçek akıl sahibi bir insan için
Allah'ın yüce kudret ve hikmetini tasdik etmeye yeterlidir.
Büyük bir nizam ve intizam içinde yaratılan bütün bu güzel
ve acaib varlıklar rasgele mi olmuştur? Bunlar bilgi ve hikmetten yoksun olan
yahut hayal edilen bir tabiatın eseri midir? Asla böyle yanlış bir hükme hiçbir
akıl sahibi varamaz.
15- Yine tekrar ederek diyoruz ki, Yüce Allah'ın varlığını
ve büyüklüğünü anlamak ve kabul etmek için, bundan önceki maddede anlamını
yazdığımız ayet-i kerîmeyi güzelce düşünmek yeterlidir. Bunun içindir
ki, Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur: "Yazıklar olsun o
kimseye ki, bu ayeti okumuş da üzerinde düşünmemiştir."
16- Kadim: Ezeliyyet, evveli olmamaktır.
Evveli olmayana Kadim denir. Sonradan meydana gelene de Hâdis denir. Allahü
Teala Kıdem sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü Allah ezelîdir, kadîmdir,
varlığının başlangıcı yoktur. O'ndan önce yokluk geçmemiştir. O'nun
varlığı yanında milyonlarca seneler bir saniye bile sayılmaz. Yine gördüğümüz
alemler, milyarlarca seneden beri mevcut bulunsa, yine Yüce Allah'ın ezeliliği
yanında bir saniyelik bir hayata sahib sayılmaz.
Allah Kadîmdir, sonradan var olan şey Allah olamaz. Yüce
Allah'dan başka ne varsa bunların hepsi hâdistir (sonradan olmuşlardır.)
Bunlar Allah'ın kudreti ile yaratılmışlardır. Artık şübhe yoktur ki,
yaratılanlar yaratana mahsus Kadîm sıfatını taşıyamazlar. Onun ezelî
varlığı ile beraber hiçbir şey yoktur, alemler sonradan yaratılmıştır.
17- Beka: Ebediyet, sonu bulunmamak sıfatıdır. Sonu
olana "Fânî", sonu olmayana da "Bâki" denir.
Yüce Allah Beka sıfatı ile vasıflanmıştır; çünkü
ebedidir, bakîdir, varlığının sonu yoktur. O'nun yok olacağı bir zaman düşünülemez.
Sonradan meydana gelen bütün varlıklar, Allah'ın kudreti ile meydana gelmişlerdir.
Yine Allah'ın kudreti ile yok olurlar, yine var olurlar ve binlerce değişikliklere
uğrayabilirler. Fakat Yüce Allah Bakî'dir, değişiklikten ve yok olmaktan
beridir. Çünkü O, başkasının kudret eseri değildir ki, onun kudreti ile
yokluğa gitsin veya değişikliğe uğrasın. Aksine bütün varlıklar O'nun
kudretinin birer eseridir. Onun için Yüce Allah'ın şanında yokluk ve değişiklik
nasıl düşünülebilir. Her şey yok olmaya mahkumdur; ancak azamet ve ikram
sahibi Allah'ın varlığı kalıcı ve süreklidir.
18- Havadise Muhalefet: Sonradan var olmuş şeylerden
ayrı olmak sıfatıdır. Yüce Allah havadise (sonradan var olan şeylere) aykırı
ve muhalif bulunmak sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü Allahü Teala
yaratılmış şeylerden hiçbirine hiçbir yönden benzemez, hepsine
muhaliftir. Hatırlara gelen her şeyden Allahü Teala mutlak surette başkadır.
Mükevvenat ve mümkünat (yaratılan ve yaratılabilen) dediğimiz
şeyler değişirler, başkalaşırlar, birbirine benzeyebilirler ve sonunda yok
olurlar. Bütün bu ölümlü varlıklar, her hal ve şekilleri ile asla Allah'a
benzemezler. Hiç birinde İlah ve Mabud olma sıfatlarından en küçük biri
bile bulunmaz. Hiç yaratılan, yokluğa mahkum olan aciz şeyler, yok olmaktan
beri bulunan yaratıcı Yüce Allah'a benzeyebilir mi? Hiç sonradan meydana
gelmiş bir nesne Kadîm olan hikmet sahibi Allah'a ortak olabilir mi? Böyle
sapık bir düşünceye kapılanlar, kendi ölümlü varlıklarını İlah
olmaya yükselterek Allah'ın yüce varlığını da, kendi değersiz varlıkları
derecesine düşürmeye varacak kadar küstahlıkta bulunuyorlar.
İnsanların ve diğer yaratıkların birçok ihtiyaçları
vardır. Bunlar mekana, zamana, yeyip içmeye, gezip dolaşmaya, doğmaya, doğurmaya
ve benzeri hallere muhtaçtırlar. Allah ise, bütün bunlardan beridir. O'nun
Arş ve Kürsî'si, yedi kat sema denilen daha nice alemleri vardır. Fakat o,
bunlardan hiç birine muhtaç değildir. Bunlar yok iken O, yine vardı.
Başkasına muhtaç olan ve yaratıkların ölümlü vasıfları
ile vasıflanan bir insan İlah olamaz. Yüce dinimiz bu gibi yanlış düşüncelerden
ve inançlardan kesin surette bizleri yasaklamıştır. (Allah'ın benzeri hiç
bir şey yoktur; O, her söyleneni işitendir, her yapılanı görendir.)
19- Kıyam Bizatihi: Varlığı ve durması kendi zatıyla
olmak manasında bir sıfattır. Bu sıfat da Yüce Allah'a mahsustur. Öyle ki,
Hak Teala'nin ezelî ve ebedî olan varlığı kendi zatıyla kaimdir. Kendi
varlığı mukaddes zatının gereğidir, asla başkasından değildir. Bunun için
Allahü Teala'ya Vacibü'l-Vücud
(varlığı kendinden dolayı
gerekli) denilir. O'nun varlığı, başka bir var edene muhtaç olmaktan
beridir. Allah'ı var eden bir varlık olsaydı, o zaman var eden o varlık
Allah olurdu. Onun için "Allah'ı kim yarattı?" diye sorulmaz; çünkü
O, kendiliğinden vardır, kadîmdir. Başkasının var etmesine muhtaç değildir.
Eğer böyle olmasaydı, ne kainat bulunurdu, ne de başka bir şey... Bu gerçek
kabul edilmeyince, içinde yaşadığımız alemin varlığını izah etmeye
imkan kalmaz. Allah'dan başka var olan (mümkünat dediğimiz) şeyler ise, hem
var olmaya, hem de yok olmaya bağlı oldukları için, bir var ediciye muhtaçtırlar.
Sonuç olarak denilir ki, Yüce Allah'ı var eden bir varlık
düşünülemez ve O'ndan başka bir yaratıcı varlık da olamaz.
"Allah'dan
başka bir yaratıcı olur mu?"
20- Vahdaniyet: Birlik, yalnız başına olmak,
benzeri olmamak; çoğalmaktan, parçalara ayrılmaktan ve eksilmekten beri
bulunmak gibi manaları ifade eden bir sıfattır. Bu sıfatları taşıyana
"Vahid" denir ki, gerçekte var olan, parçalara bölünmekten ve cüzlerin
bir araya gelerek toplanmasından beri bulunan zat demektir. Bu sıfat da Yüce
Allah'a mahsustur. Onun için denir ki, Yüce Allah zatında, ulûhiyetinde,
mabudiyetinde ve diğer bütün sıfatlannda birdir. Ortaktan, eşi ve benzeri
bulunmaktan beridir. Kendisinde artmak, eksilmek, cüzlere ayrılmak, başka şeylerle
birleşmek gibi haller asla bulunmaz.
Allahü Teala her yönü ile birdir. Nasıl düşünülürse
düşünülsün, sağduyulu bir insan, anlayış ve hikmet sahibi bir kimse
Allah'tan başka bir İlah bulunduğuna inanamaz. Başkasının İlah ve Mabud
olma imkanına yer veremez. İki ve daha çok ilahın bulunamayacağı kesin
delillerle sabit bulunmaktadır. Şu gördüğümüz kainatın varlığı, onun
devamı ve intizamı hep Allahü Teala'nın birliğine şahiddir.
Yüce Allah ulûhiyetinde, zatında ve mabudiyyetinde bir
olduğu gibi, yaratıcı olmasında da birdir. Yaratılmaya ve yok edilmeye
mahkum olan ve böylece mümkün adını alan her şeyi yaratan ve yok eden
ancak Allah'dır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. İşte mümkünatı yaratıp
yaşatmaya ve yok etmeye gücü yetmeyen bir zat ise Allah olamaz. Bunun için
ikinci bir İlah'ın varlığına asla imkan yoktur. Çünkü iki İlah düşünüldüğü
takdirde, bunlardan biri kendi başına mümkünatı yaratmaya kadir ise, diğeri
fazladan olmuş olmaz mı? Fazladan olan yahut aciz bulunan bir zat ise nasıl
Allah olabilir? Bu bakımdan akıl sahibi hiç kimse, Allahü Teala'nın zat ve
sıfatlarında eşit ve benzeri bulunmadığından, bir olduğundan şüphe
etmez. Birden çok yaratıcıların ve mabudların varlığına inanan milletler
ise, akla ve hikmete aykırı bir inancın esiri olmuştur. Böylece gerçeği
anlama bakımından büyük bir cehalet içinde kalmışlardır.
21- Hayat:
Dirilik demektir. Allah kendi şanına
mahsus bir hayat sıfatı ile vasıflanmıştır. Allah'ın ilim, irade ve
kudret sıfatları ile vasıflanmasının bir gereği olarak hayat sıfatı da
vardır. Hayatı olmayan bir şey, bilmekten, dilemekten ve yapabilmek gücünden
yoksun olur. Bu ise, yaratıcı için büyük bir noksandır.
Bu sıfatlardan mahrum olan bir varlık, kendi kendine hiç
bir şey yaratamaz. Hele bilgi, düşünce, dileme ve güç sahibi olan varlıkları
yaratmaya asla kabiliyetli bulunamaz. Çünkü hiçbir eser, yaratıcısında
bulunmayan bu gibi vasıfları taşıyamaz. Onun için doğa adı verilip gerçekte
ilim, irade ve kudretle nitelenmeyen ve varlığı nesnelere bağlı olarak düşünülüp,
onun dışında varlığı bulunmayan şuursuz bir varlık asla bir yaratıcı sıfatını
taşıyamaz. Özellikle böyle bir varlık, akıl, irade ve kudret sahibi
milyarlarca yaratığın mucidi hiçbir şekilde olamaz.
Sonuç şudur ki, kainatın yaratıcısı olan Allah, Hayat sıfatı
ile vasıflanmıştır. Hayyü'l-Kayyûm'dur. (Hem kendisi diri hem de her şeyi
dirilten ve ayakta tutandır.)
22- İlim: Bilmek, idrak etmek sıfatıdır. Allahü
Teala ilim sıfatı ile vasıflanmıştır. O'nun ilmi, yaratıkların ilmi gibi
basit ve sınırlı değildir, bütün kainatı çevreler. Allah her şeyi
bilir. Onun bilgisinden hiçbir zerre hariçte kalmaz. Hiçbir varlık da düşünce
ve hareketini Yüce Allah'dan saklayamaz. Zira her şeyi bilmeyen, her hareket
ve düşünceden haberi olmayan bir varlık Allah olamaz, bu kadar güzel ve
acaib nesneleri meydana getiremez, bu kadar yaratığı idare edemez.
Allah'ın böyle her şeyi bildiğini güzelce düşünüp doğrulayan
bir insan, elbette daima uyanık bulunur, her söz ve hareketini bir edeb üzere
düzenler. Fena sözler söylemez, fena işler düşünmez, başkasına sarkıntılık
etmez, hiç bir kimsenin görüp bilmeyeceği bir yerde bile Allah'ın buyruklarına
aykırı bir iş yapmaz. Çünkü her yaptığını bilen Yüce Allah'ın varlığına
imanı vardır.
23- İrade: Dileyebilmek, ihtiyar edebilmek sıfatıdır.
Yüce Allah irade sıfatı ile vasıflanmıştır. O'nun iradesi ezelîdir.
Allah yaratacağı şeyleri bu irade sıfatı ile hikmetine göre meydana
getirmeyi diler ve dilediği şey mutlaka olur. O dilemedikçe hiç bir şey vücuda
gelmez. Hiç bir şey kendiliğinden var olmaz ve kendiliğinden yok olmaz.
Ancak Allah'ın dilemesiyle var olur ve yine O'nun dilemesiyle yok olur.
Allah bütün bu kainatı ezelî olan iradesi üzere yaratmıştır.
Yaratılmış şeylerin milyonlarca cins ve nevilere, ayrı ayrı vasıflara
sahib olması, çeşitli özellikleri taşımış olması, hele bir topraktan,
bir sudan, bir havadan yararlanan sayısız ağaçların, ekinlerin, meyvelerin
çiçeklerin ve canlıların başka başka renklerde ve tadlarda meydana gelmesi
ezelî bir iradenin neticesinden başka değildir.
İşte bütün bunlar, Allah'ın irade sıfatı ile vasıflı
bulunduğuna birer şahiddir. Yüce Allah hakkında mecburiyet düşünülemez;
O, her şeyi kendi dilemesiyle yaratır. Hiç bir şeyi yaratmaya veya yok
etmeye mecbur değildir. Mecburiyet bir acizlik halidir ki, Allah'ın şanına
uygun olmaz.
"Allah dilediğini hemen yapar."
(Hûd:
107)
24- Kudret: Güç ve kuvvet manasında bir sıfattır.
Ezelî ve ebedî kemal üzere bir kudret Allahü Teala'ya mahsustur. Allahü
Teala her mümkün varlık üzerinde dilediğini yapmaya kadirdir. Onları
yaratmaya ve yok etmeye güçlüdür. O'nun kudretine nihayet yoktur. Bu büyük
kainat, O'nun kudretine çok açık ve kuvvetli bir şahiddir.
Yüce Allah dilerse bir anda binlerce alemi yoktan var eder
ve dilerse onları bir anda yok eder. Çünkü dilediğini bir anda yerine
getiremeyen, istediğini yapamayan bir varlık kainatın İlah'ı olamaz.
Yüce Allah'ın bu büyük kudretini iyi düşünen bir mü'min,
O'nun büyüklüğü önünde eğilir, O'nun kudretinden titrer, O'nun kutsal
emirlerini yerine getirir ve yasaklarından sakınır.
"Allah her şeye kadirdir."
25- Semi': İşitme kuvvetidir. Allah, Semi' (işitme)
sıfatı ile vasıflanmıştır. O'nun işitmesi, yaratıkların işitmesi gibi
noksan ve hudutlu değildir. Yüce Allah her şeyi vasıtasız olarak işitir,
ancak vasıtalardan ve vasıtalar vasıtasiyle işiten de O'ndan başkası değildir.
O, gizli ve aşikar söylenenlerin hepsini işitir, hiçbir şey O'nun işitme sıfatının
dışında kalamaz. Kullarının dualarını ve zikirlerini, gizli-aşikar dilek
ve yalvarışlarını işitip kabul eder ve onları mükafatlandırır. Yüce
Allah'ın böyle her şeyi işittiğine iman eden uyanık bir insan, daima güzel
konuşur, her zaman Allah'ı anar, O'nu yüceltir. Her sözünü ve işini
Allah'ın rızasına uygun yapar.
26- Basar: Görme kuvveti demektir. Yüce Allah kendi
şanına uygun bir halde Basar (görme) sıfatı ile vasıflanmıştır. Allah
alet ve vasıta olmaksızın her şeyi görür. Fakat alet ve vasıta ile görenlerin
gördüklerini de görür. Her gözden gören O'dur. Bazı şeyleri görmesi, diğer
şeyleri görmesine engel olmaz ve O'nun görmesinden hiç bir şey gizli
kalmaz. En karanlık gecelerde, karıncaların ve daha küçük yaratıkların kımıldamalarını,
hareketlerini görür ve bilir. Şübhe yok ki, görememek ve bilememek büyük
bir noksanlıktır. Böyle noksanlıklara sahib olan kör kuvvetler, İlah ve
yaratıcı olamazlar. Yüce Allah ise böyle bütün noksanlıklardan beridir ve
bütün kemal sıfatları ile vasıflanmıştır.
Kalbi iman dolu bir insan, Yüce Allah'ın kendisini görüp
gözetmekte olduğunu bilir ve üzerinde düşünür. Böylece durumunu düzeltir,
edebe aykırı hiçbir harekette bulunmaz, melekler gibi temiz bir hayat içinde
yaşamaya çalışır durur.
"Biliniz ki, Allah bütün yaptıklarınızı görür."
(Bakara: 233)
27- Kelam: Bir manayı belirten, bir maksadı anlatan
söz demektir. Yüce Allah Kelam sıfatı ile de vasıflanmıştır. O'nun kelamı
(sözü) harf ve sesden beri ve kadîmdir (başlangıcı yoktur.)
Yüce Allah, kendi kadîm kelamını, dilediği zaman şanına
uygun bir şekilde meleklerine işittirir, bildirir ve anlatır.
Allahü Teala'nın peygamberlerine dilediği şeyleri vahy ve
ilham etmiş olması da bu kelam sıfatının bir tecellisidir. Semavî kitablar
hep bu Kelam sıfatı ile meydana gelmiştir. "Kelâm-ı Kadîm" dediğimiz
Kur'an-ı Kerîm de bu sıfatlarla Peygamberimize inmiş ve asırlardan beri
hidayet rehberliği yapmıştır.
28- Tekvîn: Var etmek, yaratmak manasınadır. Bu da
Allah'ın bir sıfatıdır. Yüce Allah bu tekvin sıfatı ile dilediği
herhangi bir şeyi yoktan var eder veya var iken yok eder.
Yüce Allah'ın bu alemleri yaratıp yok etmesi, kullarını
yaratıp yaşatması, onları beslemesi sonra da öldürüp başka bir aleme
onları götürmesi, hep bu tekvîn sıfatının tecellisi ile olur.
"Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman, ona
"ol" der, o da oluverir."
(Yasin:
82)
29- Yüce Allah'ımızın kutsal sıfatlarına ait verdiğimiz
bilgiye bir özet yaparak deriz ki: Yüce Allah'ın varlığı ve birliği büyüklüğü
ve kudreti, ezelî ve ebedî oluşu ve diğer yüce sıfatları apaçıktır.
Bunları inkar etmeye, düşünüp de doğrulamamaya imkan yoktur.
Bir düşünelim: Bu kainatta hiç bir şeyin kendiliğinden
var ve yok olamayacağını kendiliğinden kımıldanamayacağını ilim ve fen
haber vermiyor mu? Biz ise, milyonlarca alemin, milyonlarca parlak yıldızların
varlığını, bunların hareket ve sükun hallerini görüp biliyoruz. Artık
bunları var eden ezelî ve ebedî eşsiz bir Allah'ın varlığından nasıl şübhe
edilebilir?
Yine biliyoruz ki, bilgisi olmayan, kudret ve iradesi
bulunmayan bir şeyin, bir gaye ve hikmete yönelik birtakım güzel ve üstün
eserleri var etmesi mümkün değildir. Oysa ki biz bu alemde her neye bakacak
olsak, onun bir gayeye, bir hikmet ve düzene bağlı bulunduğunu görürüz.
En büyük varlıktan en küçük varlığa varıncaya kadar bakılırsa, bunların
öyle gelişi güzel bir raslantı eseri olmadığı görülüyor, bunların boşuna
yaratılmadığı anlaşılıyor. Bu varlıkların her birinde üstün bir sanat
ve letafet eseri, bir irade ve ihtiyar alameti görülmüş oluyor.
Artık bu kadar yararlı olan bu güzel eserlerin, ilim,
kudret ve hikmet sahibi olan ezelî bir yaratıcıya muhtaç olmadığını kim
söyleyebilir?
Şimdi biz, bütün bu dış alemdeki varlıklardan bakışlarımızı
çevirip kendi nefsimize ve duygularımıza bakalım. Vücudumuzun her parçası
ve hücresi, vicdanlarımızın bütün duygu ve kavramları, şanı çok yüce
olan büyük bir Allah'ın, yaşatıp rızık veren bir yaratıcının varlığına
daima şahidlik edip durmuyor mu?..
O halde şübhe yok ki, kendi varlığını ve sorumluluğunu
yitirmedikçe, hiç kimse, Allah'a iman inancından, bir yaratıcının var olduğu
düşüncesinden asla yoksun olamaz.
"Gökten ve yerden size rızık veren Allah'dan başka
bir yaratıcı var mı?"
Peygamberlere
İman
30- Bütün Peygamberlere iman etmek müslümanlıkta esastır.
Lügat manası bakımından peygamber, haber veren kimse demektir. Dini
teriminde ise, Allah Tealâ'nın kullarına dinlerini bildirmek için görevlendirdiği
seçkin insanların her birine "Peygamber" denir. Bu zatlar Yüce
Allah'ın birer elçisi demektir. Bunların Allah'ın Peygamberleri oldukları,
kişiliklerindeki yüksek vasıflardan ve Allah tarafından kendilerine verilen
mucizelerden sabit olmuştur.
31-
Mucize; Başkalarının meydana
getiremeyeceği olağanüstü şeylerdir. Bir peygamberin gerçek peygamber olduğunu
doğrulamak için Yüce Allah o işi Peygamberinin eliyle ortaya çıkarır.
32-
Keramet; Bir kısım olağanüstü işlerdir.
Yüce Allah'ın kudretiyle veli kulları tarafından meydana getirilir. Bu
kerametler de, o velinin bağlı bulunduğu Peygamber için bir mucize sayılır.
Çünkü o Peygamber gerçek Peygamber olmasaydı, kendisine bağlı olanlardan
böyle kerametler ortaya çıkamazdı.
33-
Meunet-İstidraç; Peygamberlik davasına
kalkışmayan ve Peygamberin sünneti üzere yürümeyen bazı bayağı
kimselerden meydana çıkan ve olağanüstü bir halde görülen birtakım
olaylardır ki, o şahsın büyüklüğünü göstermez ve hiç bir zaman
keramet ve mucize derecesine varamaz.
Fakat yalan yere peygamberlik davasına kalkışan kimselerin
elinden ne mucize, ne keramet ve ne de başka olağanüstü işler çıkar. Böyle
yalancı kimselerin mucize veya harika diye meydana koyacakları şeyler, bir gözbağcılıktır
veya bazi ilmî kurallara dayanan bir san'at eseridir. Bunların asıl maksadları
hemen meydana çıkar. Onların yaptıklarından daha güzelini başkaları da
yapabilir.
Yalan yere peygamberlik davasında bulunanların nasıl bir
sonuçla karşılaştıkları, yalanlarının nasıl meydana çıktığı
tarihlerde bellidir.
34- Peygamberlere Nebî de denir. Resûl de denir. Bununla
beraber yeni bir kitab ve şeriatla bir ümmete gönderilmiş olan zata
Resûl,
başka bir Peygamberin şeriatına bağlı olarak gelen Peygambere de
Nebî denmiştir.
Buna Resûl veya Mürsel denmez. Nebî isminin çoğulu Enbiya'dır. Resûl'ün
çoğulu Rusül'dür. Mürsel'in çoğulu da Mürselîn'dir.
35- Yüce Allah'ın ilk Peygamberi Hazret-i Âdem aleyhisselâm'dır.
Son ve en büyük Peygamberi de, bizim sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed
aleyhisselâm'dır. Son Peygamber olduğu için Peygamber Efendimize Hatemu'l-Enbiya
(Peygamberlerin sonuncusu) denmiştir. Bu iki Peygamber arasında, sayılarını
ancak Allah'ın bildiği çok Peygamber bulunmuştur. Kur'an'da bu
Peygamberlerden sadece şu yirmi beş Peygamberin adı geçer:
Âdem , İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lût, İsmail,
İshak, Yakub, Yusuf, Eyyüb, Şuayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, İlyas,
Elyase, Zülkifl, Yunus, Zekerriya, Yahya, İsa, Muhammed (sallallahu
aleyhi ve sellem). Bunlardan başka Kur'an-ı Kerimde adları geçen
Üzeyr,
Lokman ve
Zülkarneyn isimli üç zat daha vardır ki, bunların
Peygamber veya velî oldukları ihtilaflıdır. Bunların da pek büyük
kimseler olduğuna şüphe yoktur. Bu saygıdeğer peygamberlere ait bilgi,
kitabımızın onuncu bölümünde verilecektir.
36- Peygamberler her türlü güzel sıfatlara sahibdirler.
Onlardan her birinin varlığı bir olgunluk ve üstünlük örneğidir. Özellikle
onlarda doğruluk, emanet, seziş ve anlayış, günahlardan korunmuş olma ve
şeriatı tebliğ etme vasıfları vardır. Şöyle ki:
1- Peygamberler sadıktırlar; her
hususta doğru sözlüdürler. Kendilerinden asla yalan çıkmaz.
2- Peygamberler emindirler. Gerek
peygamberlik konusunda, gerek diğer konularda her türlü güvene sahibdirler.
Kendilerinde asla hainlik bulunmaz.
3- Peygamberler son derece yüksek bir anlayışa,
tam akla ve kuvvetli bir görüşe, üstün bir zekaya sahib bulunmuşlardır.
Onlarda gaflet, yüksek duygu ve kavramlardan yoksunluk düşünülemez.
4-
Peygamberler masumdurlar. Onlar gizli ve aşikâr
her türlü günahlardan, küçük düşürücü bayağı işlerden tamamen
beridirler, iffet ve ismet sahibidirler.
5-
Peygamberler tebliğ sıfatına sahibdirler.
Emrolundukları şeriat hükümlerini, olduğu gibi ümmetlerine bildirirler. Şeriat
hükümlerinden herhangi birini saklamış veya unutmuş olmaları asla düşünülemez. Böyle
bir şey peygamberlik şanına yakışmaz. Böyle bir tutum, peygamber olarak gönderildikleri
hikmete ve Allah'ın iradesine uygun düşmez.
Sonuç: Bütün peygamberler şu yazdığımız beş sıfatı
tamamen kendilerinde bulundurmuşlardır. Çünkü bu büyük huylara sahib
olmayan kimseler, insanları aydınlatıp onlara öncü olamazlar. İşte bütün
peygamberlerin böyle tanıyıp doğrulamak imanımızın sıhhatı için şarttır.
37- Peygamberlerin insanları yola getirmek ve onların kötü
hallerini düzeltmek için Yüce Allah tarafından görevlendirilmiş oldukları
güzelce düşünülünce, onlara iman etmenin gereği ve önemi kendiliğinden
anlaşılmış olur.
Gerçek şu ki, peygamberlere iman etmek, onların yüksek
huy ve vasıflarını bilip doğrulamak, onlara son derece saygılı olmak bizim
için kesin bir görevdir.
Peygambelere iman etmeyen bir kimse, Yüce Allah'a iman
etmemiş sayılır. Çünkü Yüce Allah'a, O'nun razı olacağı bir şekilde
iman etmenin yolunu insanlara bildiren ancak peygamberlerdir. Kendi değersiz akıllarını
öncü edinmek isteyenler, gerçeğe ve Allah'ın rızasına ulaşamazlar, sapıklık
içinde kalırlar. Yüce Allah'ın, peygamberlere iman edilmesi yolundaki
emirlerine de aykırı hareket etmiş olurlar. Bu bakımdan hidayetten yoksun
kalırlar. Öyle ki, peygamberlerden yalnız birine iman etmemek, tümünü
inkar etmek gibidir. Böyle bir inanç, insanı imansız yapar. Hele Allah Tealâ'nın
en büyük peygamberi ve peygamberlerin sonuncusu olan Hazreti Muhammed'in (sallallahu
aleyhi ve sellem) yaşadığı tarih gün gibi meydandadır, insanlar alemi
tarafından bilinmektedir. Artık bugün hiç bir millet, din konusundaki
bilgisizliğinden ötürü özürlü sayılamaz. Bugün her millete düşen en
önemli görev, bu büyük Peygamberin dinini kabul etmektir. Onun gösterdiği
doğru yola koyulmak ve kurtuluşa ermektir. Bu görev tam manası ile yerine
getirilirse, insanlık alemi o zaman dünya felaketlerinden ve ahiret azabından
kurtulur. Gerçek medeniyete ve ahiretin sonu olmayan mutluluğuna ermiş olur.
Peygamberlere
Olan İhtiyaç
38- Bilindiği gibi, Yüce Allah, kendisinin kutsal varlığını
ve birliğini bilmeleri, kendisine ibadet ve itaatta bulunmaları için insanları
yaratmıştır. İnsanları diğer birçok yaratıklar arasında akıl ve
düşünce ile seçkin kılmıştır. Onun için bir insan aklını güzel
kullandığı takdirde, kendisini yaratıp da ona düşünüp anlama gücünü
veren bir yaratıcının varlığını sezer. Kendisinin ve çevresindeki varlıkların
öyle rasgele kendiliklerinden var olmadıklarını anlar. Böylece kendisinde
İlahî bir düşünce doğar ve büyük bir kudret sahibi yaratıcının var
olduğu inancına ulaşır.
Fakat o Yüce yaratıcıyı hiç kimse şanına uygun bir şekilde
bilemez. O'nun peygamberine uymayan kimse, Allah'ın razı olmadığı
ibadetlerin hangileri olduğunu kestiremez, yaratılış hikmetinin ne olduğunu
anlayamaz, insanlar arasındaki ilişki ve karşılıklı hakların nelerden
ibaret bulunduğunu ve görevlerin ne olduğunu gereği üzere belirleyemez.
Nihayet yaratılış gayesinin dışında yürür de bundan haberi olmaz.
Cehalet içinde bulunduğunun farkına varamaz. Böylece ebedî mutluluktan
yoksun kaldığını anlayamaz.
Peygamberlerin varlığından haberi bulunmayan veya
peygamberlerin yoluna inanmayıp gerçekleri bozarak değiştiren nice milletler
sapıtmışlar, insanlığa yakışmayan hallere düşmüşlerdir. Aralarında
her türlü vahşet hareketleri türemiş, insanlara, ağaçlara ve taşlara tapınıp
durmuşlardır.
İşte insanları bu gibi çirkin hallerden kurtarmak, onlara
din ile dünya görevlerini öğretmek ve böylece hem dünya, hem de ahiret
mutluluğuna ermelerini sağlamak için Allah'ın elçileri olan peygamberlere
ihtiyaç vardır.
Onun için Yüce Allah kendi ihsan ve ikramı ile insanlara
peygamberler göndermiştir. Böylece insanlara karşı "İlahî hüccet"
tamam olmuştur. Artık hiç kimse, "Ben görevimi bilmiyordum; onun için
sana ibadet edemedim." diye özür beyan edemeyecektir. Çünkü Yüce
Allah insanlara görev bildiren peygamberleri göndermiştir. Bunlar Allah'ın hüccet
ve delilleridir.
39- Daha önce söylediğimiz gibi, peygamberlerin en büyüğü
ve sonuncusu, bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed'dir (sallallahu aleyhi ve
sellem). Hazret-i Muhammed, yeryüzündeki bütün milletlere gönderilmiş bir
peygamberdir. Peygamberliği kıyamete kadar devam edecektir; en son
peygamberdir. Onun yaymış olduğu din, bütün insanlara aittir. Onun getirdiği
İslam dini, bütün insanlığın dinidir, yaratılış gayesine en uygun olan
bir dindir. Her zaman için ihtiyaçlara cevab verecek olan hikmet dolu ebedî
bir dindir. O mübarek peygamberin getirdiği kitab (Kur'an) tümü ile hiç bir
değişikliğe uğramaksızın kıyamete kadar Allah tarafından korunmuş
olacaktır.
Sonuç: Beşeriyet öteden beri peygamberlere muhtaç bulunmuştur.
Peygamberlere uymaksızın hak yolu bulacağını ve Hakka ereceğini savunan
bir gafile soralım: Eğer peygamberlerin varlığından habersiz bir bölgede
yetişmiş bulunsaydı, kendisinde Allah'ın varlığı ve O'na karşı görevleriyle
ilgili fikirler gerçek şekli ile bulunabilecek miydi? Din ve dünya işlerine
ait görevleri belirleyebilecek miydi? Kendi vicdanında yüksek duygulara karşı
bir çekicilik bulabilecek miydi?
Zavallı İnsan! Kendi ruhunda sönük bir şekilde parıldamaya
başlayan bazı yüksek fikirlerin kendisine nereden geldiğini hiç düşünmemektedir.
En kolay işlerde ve tenlerde bile bir hocaya, ustaya ve yol göstericiye insan
muhtaç olur da, en önemli olan din konusunda gerçekleri öğrenmek için bir
öğreticiye, bir yol göstericiye nasıl muhtaç olmaz? Doğrusu, sağduyulu hiç
bir düşünür, peygamberlere olan ihtiyacı inkar edemez.
"Hiç bir ümmet yoktur ki, onlar içinden bir
uyarıcı (peygamber) gelip geçmiş olmasın."
(Fatır:
24)
Semavi Kitablara İman
40- Yüce Allah, insanlara yine insanlardan Peygamberler göndermiştir.
Bu peygamberlerden bir kısmına da kendi emirlerini ve yasaklarını, kendisine
ibadet şekillerini öğreten kitaplar indirmiştir.
Bu kitaplardan bir kısmına "Suhuf" denir. Bunlar
birkaç sayfalık kitablardır. Kitablardan dördü de büyük kitaplardır. İnişleri
şöyledir:
On sahife Hazret-i Âdem'e, elli sahife Hazret-i Şit'e, otuz
sahife Hazret-i İdris'e, on sahife Hazret-i İbrahim'e verilmiştir diye
rivayet edilir.
Büyük kitaplara gelince: Tarih sırasına göre bunlardan
birincisi Hazret-i Mûsa'ya verilen Tevrat'tır. İkincisi Hazret-i Davud'a
verilen Zebûr'dur. Üçüncüsü Hazret-i İsa'ya verilen İncil'dir. Dördüncüsü
de, bizim Peygamberimize (sav.) verilen Kur'an'dır.
Yüce Allah bu kitabları vahy yolu ile göndermiştir. Ya
Cibril-i Emin adındaki bir melek aracılığı ile bildirmiş yahut başka bir
şekille ilham etmiştir. Bu kitablara "İlahi Kitablar" denildiği
gibi, taşıdıkları yüksek vasıftan dolayı "Semavi Kitablar" ve
Cibril-i Emin aracılığı ile indirilmiş olduklarından da "Münzel
Kitablar" denir.
41- Yüce Allah'ın bütün kitablarına iman etmek her mü'min
için farzdır. Biz bugün diğer milletlerin ellerinde bulunup da semavi
oldukları söylenen kitablara değil de, Allah'ın aslen Peygamberlerine göndermiş
olduğu kitabların tümüne iman ederiz. Çünkü Kur'an'dan başka olan
kitablar değişikliğe uğramışlardır. Kur'an-ı Kerim'in hiç bir sözü
zamanımıza kadar değişmediği gibi, kıyamete kadar da değişmeyecektir;
çünkü Allah onu değişiklikten koruyacağını yine Kur'an'da bildirmiştir.
Bütün semavi kitaplar insanlar için birer rahmet olmuşlar
ve hak yolu göstermişlerdir. Onun için hepsine iman etmek zorundayız. Bu
kitablardan herhangi birini inkar etmek hepsini inkar demektir. Gerçek mü'min
o kimsedir ki, Yüce Allah'ın bütün kitablarına inanır. Yüce Allah'ın en
son kitabı olan Kur'an-ı Kerim'e sarılır ve onun hükümlerini gözetmeye çalışır.
42- Bugün Kur'an-ı Kerim'den başka diğer Semavi kitablar
tüm olarak yeryüzünde mevcut değildir. Aradan asırlar geçmiş ve birçok
milletler tarihe karışmış olduğundan kitabların bir çoğu tamamen
kaybolmuş, bir kısmı da büyük değişikliklere uğrayarak İlahî vasıflarını
kaybetmişlerdir.
Bugün elde bulunan Tevrat, Zebûr ve İncil nüshalarından
hiç biri, Yüce Allah'ın Mûsa'ya, Davut'a ve İsa'ya indirmiş olduğu
kitabların aynı değildir. Ancak Kur'an-ı Kerim asliyyetini olduğu gibi
korumaktadır, bir kelimesi bile değişikliğe uğramamıştır.
43- Kur'an-ı Kerim'in bütün ayetleri, daha başlangıcında
bizzat Hazret-i Peygamber Efendimiz (sav) tarafından ezberlenmiş olduğu gibi,
ashabın birçokları tarafından da ezberlenmiş ve yazılmıştı. Hazret-i
Peygamberin (sav) ahirete göçmesinden sonra Hazret-i Ebu Bekir, bütün ashab-ı
kiram huzurunda Kur'an'ın birer nüshasını yazdırarak onu değişiklikten
korumuştu. Hazret-i Osman'ın halifeliği zamanında da bu asıl kitabdan
yeterince yazdırılarak büyük İslâm merkezlerine birer nüsha gönderilmişti.
Bunların her birine "Mushaf-ı Şerif" adı verilmiştir. Daha sonra
bütün Mushaflar bu asıllara göre aynen yazılagelmiştir.
Her asırda yüzbinlerce Mushaf-ı Şerif yazılmış. Ayrıca
Kur'an-ı Kerim'i baştan sona ezberleyen binlerce hafız yetişmiştir. Bu özellik
diğer semavi kitablar arasında yalnız Kur'an-ı Kerim'e nasip olmuştur. Bu
da bir hikmet gereğidir. Çünkü diğer Semavi Kitablar belli bir kavme ve
belirli bir zamana ait olarak Peygamberlere indirilmişlerdi. Kur'an-ı Kerim
ise, bütün insanlık alemine ve bütün asırlara mahsus olarak Peygamberimize
indirilmiştir. Onun için bu kitabın Allah tarafından korunması bir hikmet
gereği olmuştur.
44- Kur'an-ı Kerim'in bir ayeti bile değişikliğe uğramayarak
aslı üzere kalması, öyle bir gerçektir ki, bunu bir kısım müsteşrikler
(şarkiyat ilimleri ile uğraşanlar) bile insaf göstererek doğrulamaktadır.
Bunun aksini iddia edenler, müslümanlık aleyhine propaganda yapan siyasi
maksadlı ve körü körüne batıla saplanmış kimselerdir. Bugün Kur'an-ı
Kerim her yabancı dile tercüme edilmiş durumdadır. Bu diller arasında Türkçe,
Farsça, Hindçe, Almanca, Fransızca, İngilizce, Rusça, Felemenkçe ve Çince'ye
tercüme edildiği gibi, Cava, Bengal ve Malaya dillerinde de tercümeleri vardır.
Sonuç olarak, bugün Kur'an-ı Kerim'in İlahi ifadeleri bütün
beşeriyetin kulaklarına çarpıp durmaktadır. İnsanlığı bir kardeşlik,
bir selamet ve mutluluk üzere toplanmaya çağırmaktadır.
"Kur'an bütün alemler için bir uyarıcı, bir
zikirdir." (Kalem: 52)
Semavi Kitablara Olan İhtiyaç
45- Varlıkları ile insanlık alemine şeref vermiş olan
Peygamberler, çok önemli olan elçilik ve peygamberlik görevini yerine
getirebilmek için, kendilerine Yüce Allah tarafından talimat verilmiş olması
gerekir. İşte bu talimat, Peygamberlere Semavi kitablarla verilmiştir.
Semavi kitablar, Yüce Allah'ın insanlar üzerinde
uygulanacak birer kutsal kanunudur. Allah, insanlara haklarını ve görevlerini
bu kanunlar yolu ile bildirmiştir. Peygamberlerin dünyadaki hayatları geçicidir.
Peygamberlerin ümmetlerine bildirdikleri İlahi hükümlerin devamı, ancak bu
kitablar sayesinde mümkün olmuştur. Eğer bu kitablar olmasaydı, insanlar
yaratılışlarındaki hikmetten, üzerlerine düşen görevlerden, kavuşacakları
ahiret nimetlerinden ve felaketlerinden habersiz kalırlardı. Yaşayışlarını
düzene sokacak İlahi prensiplerden mahrum kalırlardı. Özellikle kutsal
ayetleri okumak, onlara ibadet etmek, onlardan öğüt almak ve onlarla gerçeği
anlayıp tehlikeli görüşlerden kurtulmak şerefinden ve mutluluğundan uzak
kalmış olurlardı.
İşte Semavi kitablara, taşıdıkları bu yüksek gaye ve
hikmetlerden dolayı insanlık aleminin pek ziyade ihtiyacı olmuştur. Bu
ihtiyacı karşılamak için de, bu kutsal kitablar insanlara ihsan buyurulmuştur.
Kur'an'ın Nasıl Bir İlâhi Kitab Olduğu
46- Kur'an-ı Kerîm, yukarda da söylediğimiz gibi, Yüce
Allah'ın yeryüzüne şeref veren en kutsal kitabıdır. Bu öyle bir kitabdır
ki, insanlar ancak onun gösterdiği yolda yürüdükleri takdirde mutluluğa
kavuşurlar ve Allah'ın rızasına ererler. İnsanlar arasında her türlü iyi
duygular ilerleyip yükselmeye başlar, kardeşlik ve beraberlik meydana gelir.
Kur'an-ı Kerîm'in hem manası ve hem de lafızları
Allah'dandır. Yüce Allah'ın vahyi iledir. Vahy Cibril-i Emin aracılığı
ile peygamberimize olmuştur. Onun için Yüce Kur'an'ın manası ile amel
edilir. Kur'an müslümanların değişmez kanunudur. Lafızları da bir ibadet
olmak üzere okunur, onunla sevab kazanılır. Bu lafızlar sayesinde Kur'an'ın
manası anlaşılır, ruhlara tesir eder ve onunla Allah'ın rızası kazanılır.
47- Kur'an-ı Kerîm hiç bir kitaba benzemez. Onun manasını
hiç kimse değiştiremez, lafzının yerine başka bir söz konamaz ve hiç bir
tercüme de Kur'an hükmünü alamaz.
Kur'an-ı Kerîm ebedî kalacak bir mucizedir. Bunun edebî
inceliklerine, güzel ifadesine ve taşıdığı manalara bir nihayet yoktur. Bütün
insanlar ve cinler bir araya toplansa, en kısa bir sûresinin bile benzerini
yapamazlar. Bu bakımdan da Kur'an-ı Kerîm asırlardan beri bütün aleme
meydan okumaktadır. Edebî sanat ve kabiliyetlerine güvenen nice kimseler,
onun kısa bir sûresinin benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır. Buna güçleri
yetmediğini de kabullenmişlerdir. Bu durum da Kur'an'ın Allah'ın bir
mucizesi olduğuna en sağlam ve değişmez bir delildir.
48- Kur'an-ı Kerîm'in ruhlar üzerindeki tesirine gelince,
buna da bir nihayet yoktur. Kur'an-ı Kerîm'in ayetlerini güzelce anlayarak
okuyan ve dinleyen temiz kalbli insan, kendinden geçer. dimağında pek çok yüksek
duygular uyanır ve ruhu maneviyat alemine yükselir. O manevî duygunun
tesirinden de gözlerinden yaş dökülmeye başlar.
Bir bahar mevsiminde yağan yağmurların ve parlayan güneş
ışınlarının kurumuş olan bitkileri canlandırması gibi, Kur'an-ı Kerîm'in
ifadeleri de anlayışlı kalbler üzerinde çok daha büyük tesirler yapar. Gönüllere
yeni bir hayat ve ferahlık verir. Böylece insanı hem dünyasından, hem de
ahiretinden haberdar eder, sonsuz bir varlığa ve mutluluğa kavuşturur.
"Biz Kur'an'dan mü'minlere şifa ve rahmet
indiriyoruz." (İsra: 82)
Kur'an-ı Kerimin Taşıdığı Gerçekler
49- Kur'an'ın insanlara bildirdiği emirler ve yasaklar, açıkladığı
hikmet ve gerçekler pek çoktur. Bunlar temel olarak inançlara, ibadetlere,
muamelata, ahlaka, Allah'ın Yüce kudretini gösteren üstün san'at
eserlerine, ibret alınacak olaylara ve diğer şeylere aittir. Bunları şu şekilde
özetleyebiliriz:
1) Kur'an-ı Kerim, insanlara Yüce Allah'ın varlığını,
birliğini, büyüklüğünü, hikmetlerini ve kudsiyetini bildirir. Öyle ki,
felsefi görüşlere sahib olanların parlak sözleri onun yanında pek sönük
kalır.
2) Kur'an-ı Kerim, insanları ilim ve irfana, ibretle bakıp
düşünmeye çağırır. Gaflet içinde yaşamaktan insanları engeller. İnsanlara,
Yüce Allah'ın hikmet ve kudretini gösteren büyük eserlerine bakmalarını
öğütler.
3) Kur'an-ı Kerim, önceki devirlerde insanlara gönderilmiş
olan peygamberlerin bir kısmı ile ilgili bilgi verir. Yüksek görevlerini nasıl
başardıkları ve bu görevler uğrunda ne kadar zorluklara katlandıklarını
bildirir. Bütün insanların son Peygambere uymalarını emreder.
4) Kur'an-ı Kerim, geçmiş ümmetlere ait ders alınacak en
büyük ibret sahnelerini ve tarihi olayları bildirir. İnsanları bunlardan
ibret almaya çağırır. Peygamberlere karşı çıkıp isyan eden günahkar
kavimlerin çok korkunç akıbetlerini haber verir.
5) Kur'an-ı Kerim, insanlara daima uyanık bir ruha sahib
olmalarını ve Hak'dan gafil bulunmamalarını emreder. Nefislerin arzularına
uyarak din ve faziletten yoksun kalmamalarını öğütler. Dünyanın maddi
yarar ve zevklerine dalıp da, manevi hazlardan ve ahiret nimetlerinden mahrum
kalmanın büyük bir felaket olacağını bildirir.
6) Kur'an-ı Kerim, müslümanlara, dinlerine sımsıkı sarılmalarını
ve daima hakkı savunmalarını öğütler. Düşmanlarına karşı da, daima
kuvvetli bulunmalarını, her türlü korunma vasıtalarını hazırlamak için
çalışmalarını hatırlatır. Gerektiği zaman savaş meydanlarına atılmalarını,
din ve namuslarını, yurdlarını, maddi ve manevi varlıklarını hem canları
hem de malları ile korumalarını emreder.
7) Kur'an-ı Kerim, medeni ve sosyal hayatın bir düzen ve
huzur içinde yürümesi için gereken esasları ve kuralları bildirir. İnsanların
birtakım hak ve görevleri korumalarını ve gözetmelerini ister.
Kur'an-ı Kerim, hem şahıslara, hem de cemiyetlere,
selamet içinde kalmaları için adaleti, doğruluğu, alçak gönüllü olmayı,
sevgiyi, merhameti, iyilik etmeyi, bağışlamayı, edeb gözetmeyi, eşitliği
ve bu gibi yüksek huyları tavsiye eder. İnsanları zulümden, hainlik
etmekten, büyüklenmekten, cimrilikten, intikam duygularından, katı yürekli
olmaktan, çirkin söz ve işlerden, zararlı olan içki ve yiyeceklerden alıkor.
Yapılması, yenip içilmesi helal veya haram olan şeyleri bildirir.
9) Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın bu alem için koymuş
olduğu tabiî kanunları hiç kimsenin değişteremeyeceğini anlatır.
Herkesin bu kanunlara göre davranışlarını ayarlamaları gereğine işaret
eder. İnsanlara, çalışmalarının meyvesinden başka birşey elde
edemeyeceklerini hatırlatır. İnsanları çalışıp çabalamaya teşvik eder.
10) Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın: "Yapınız -
Yapmayınız" diye emirlerini ve yasaklarını benimseyip gereğince
hareket eden mü'minler için verilecek dünya ve ahiret nimetlerini ve elde
edecekleri başarıları müjdeler. İman etmeyenlere de hazırlanmış bulunan
kötü akıbetleri, Cehennemin azab şekillerini hatırlatır. Kur'an-ı Kerim,
bütün bu açıklamaları ile insanları, yaratılışlarındaki yüksek
gayeden haberdar ederek ona iletmek ister.
Sonuç: Kur'an'ın ifadesi bir mucizedir. Bu gibi daha nice
hikmet ve gerçekleri içinde toplamıştır. İnsanlık alemi ne kadar yükselirse
yükselsin, hiç bir zaman Kur'an'ın yüksek talimatı dışında kalamaz.
Kur'an'ın talimatına (gösterdiği prensiplere) aykırı davranışlar ise,
aslında yükselme değil, bir alçalmadır.
Meleklere
İman
50- Melekler ruh gibi lâtif ve nuranî varlıklar olup asıl
vasıfları Allah tarafından bilinen ve büyük sahib olan Allah'ın kullarıdır.
Meleklerin bir kısmı daima ibadet ve zikirle uğraşır. Bir kısmı da yer ve
göklerde pek çok görevlerle meşgul olurlar.
Melekler yemekten, içmekten, evlenmekten, doğup doğurmaktan
beridirler. Değişik şekillere girmeye kaabiliyetleri vardır. Yüce Allah'ın
emirlerine asla isyan etmezler. Görevlerini emredildikleri şekilde aynen
yaparlar. Kıyamete kadar kudsiyet içinde yaşayıp manevi bir zevk ile vakit
geçirirler.
51- Müminler meleklerin varlığına iman etmekle yükümlüdürler.
Onların varlığı aslında mümkün olan şeydir. Gerçekte varlıkları ise,
bütün Peygamberler ve onlara verilen Kitablar tarafından bildirilmiştir. Artık
melekleri inkar, bütün peygamberleri ve kitabları inkat etmek sayılacağından
onları inkar asla caiz olmaz. Bundan dolayıdır ki, öteden beri meleklerin
varlığına bütün milletler iman edegelmiştir. Onun için meleklere iman
etmek, bizim dinimizde de şarttır.
52- Meleklerin varlığını bütün peygamberler ve bütün
semavî kitablar haber vermişlerdir. Bu alemde bizim bildiğimiz ve nice
bilmediğimiz gizli-aşikar yaratıklar vardır. Bugün varlıkları keşfedilmiş
veya henüz keşfedilmemiş nice kuvvetler mevcuttur. Hatta akıl ve şuura
sahip olup gözle görülmeyen "Cin" adlı yaratıklar vardır. Onların
varlığını peygamberler ve kitablar bildirmiştir. Onların da insanlar gibi
bir kısmı mü'min, bir kısmı kafirdir.
Akla ve şuura, kuvvet ve kudrete sahib varlıkların yalnız
insanlardan olduğunu söylemek, koca kainatın yaratıcısı olan Yüce Allah'ın
kudret ve büyüklüğünü düşünmemekten ileri gelir. Bir şey gözle görülmediğinden
ve duygularımızla anlaşılmadığından dolayı o inkar edilemez. Nitekim
kendi ruhumuzu ve vicdanımızı görmediğimiz halde bunları inkar edemiyoruz.
Bu kainatın büyüklüğü karşısında küçük bir parça
yerinde sayılan yeryüzünde cins ve şekilleri anlatılamayacak kadar canlı
varlıklar yaşamakta iken, başka bildiğimiz ve bilmediğimiz alemlerde bizim
yaratılışımıza aykırı biçimde akıllı ve şuurlu yaratıkların
bulunmadığı nasıl söylenebilir?
Meleklerin
Varlığındaki Hikmet
53- Meleklerin yaratılışındaki hikmeti tamamıyla ancak Yüce
Allah bilir. Biz şunu söyleyebiliriz: Yüce Allah, kudret ve hikmetine son
olmayan bir yaratıcıdır. Nice sayısız alemler yaratmıştır. Yüce Allah
kendi varlığını bilsinler ve kendine ibadet etsinler diye, insanları ve
cinleri yarattığı gibi, melekleri de yaratmıştır. Bunları da alemde
birtakım görevlerle görevlendirmiştir. Böylece kainatın düzenini sağlamıştır.
Bu sayede Yüce Allah'ın her varlık üzerinde büyük kudreti görülüyor,
her şey O'nun varlığına şahid bulunuyor, insan kendi varlığının daima
üstün ve gizli kuvvetler tarafından göz altında bulunduğunu düşünerek
uyanık bir halde yaşıyor.
54- Cebrail, Mikâil, Azrail
ve İsrafil
adında
dört melek vardır. Bunlar meleklerin en büyükleridir. Bunların yanında birçok
melekler daha bulunur. Cebrail (Cibril) aleyhisselam, Yüce Allah'ın
kitablarını peygamberlere getirip tebliğ etmekle görevlidir.
Mikâil
aleyhisselam, yeryüzündeki rüzgar, yağmur, ekin ve benzeri olayların
meydana gelmesi için görevlendirilmiştir. Azrail aleyhisselam,
insanların ölme (ecel) vakitleri gelince ruhlarını almak için görevlidir.
İsrafil aleyhisselam da, kıyamet gününün kopmasına ve öldükten sonra
bütün insanların tekrar dirilmesine memur edilmiştir. Kimbilir bunların
daha nice görevleri vardır!...
Ayrıca Hafeze ve
Kiramen Katibin denilen
melekler vardır. Bunlardan her insanın yanında iki melek bulunur. Biri insanın
güzel işlerini, diğeri de yaptığı kötü işleri yazar. Bu şekilde insanın
amel defterini meydana getirirler.
İşte her şeyi muhakkak bir hikmete bağlı olarak yaratmış
olan Yüce Allah, melekleri de, bu gibi görevleri yapmak ve kendi adaletini tanıtmak,
kudret ve hakimiyetini göstermek için hikmeti gereği yaratmıştır.
"Senin Rabbin her şeyi bilen yaratıcıdır."
(Hicr: 86)
Ahirete
İman
55- Ahiret, bu dünyadan sonraki nihayetsiz (sonsuz) alemdir.
Yüce Allah, içinde yaşadığımız bu dünyayı ve üzerinde olan bütün
varlıkları geçici bir zaman için yaratmıştır. Bir gün gelecek, bu dünyadan
ve üzerinde bulunanlardan hiç bir eser kalmayacaktır. Allah'ın takdir ettiği
gün gelince, insanlarla beraber bütün canlı ve cansız varlıklar yok
olacaktır. Bütün dağlar-taşlar, yerler-gökler parçalanacaklardır. Böylece
bu alem bambaşka bir alem olacaktır. Bu, kıyamettir. Bundan sonra yine Yüce
Allah'ın takdir ettiği zaman gelince, bütün insanlar yeniden
dirileceklerdir. İnsanların hepsi "Mahşer" denilen çok geniş ve düz
bir sahada toplanmış olacaklar ve yeni bir hayat başlayacaktır. Buna
"Umumi Haşr" denilir. Bu yeni hayatın başlayacağı günden
itibaren, bitmez ve tükenmez, sonu gelmez bir halde devam edecek olan aleme,
ahiret alemi denir. Buna inanmak da, müslümanlıkta bir esastır.
56- Kıyametin kopması ve ahiretin meydana gelmesi, Kur'an'ın
ayetleriyle, Peygamberin hadisleriyle ve ümmetin birliği ile sabittir. Diğer
bütün peygamberler de kendi ümmetlerine bu gerçeği bildirmişlerdir. Onun için
ahirete iman etmek büyük bir görevdir ve her din için önemli bir inançtır.
Kudretine nihayet bulunmayan Yüce Allah için, gelecekte
ahiret hayatını meydana getirmek pek kolay şeydir. Alemleri yoktan var eden,
hele insanları birçok güç ve meziyetlerle yaratıp kendilerine hayat veren büyük
Yaratıcımız için, bütün bu alemleri yok ettikten sonra tekrar yaratmak zor
birşey midir? Bir şeyi önce var eden, sonra tekrar onu var edemez mi? Bunları
tekrar var edemeyen yaratıcı olur mu? Hayır, Yüce Allah öyle bir büyük
yaratıcıdır ki, nice alemleri de yaratmaya kadirdir. Bir kere astronomi
ilmine bakalım: Ucu bucağı olmayan bir boşlukta dolaşıp duran ve zaman
zaman parlayıp sönen yüz binlerce nur ve ışık alemini bu ihtişamları ile
yaratmış olan Allah, ahiret alemini de yaratmaya kadirdir.
57- Allah'a hamdolsun ki, biz müslümanlar, ahiret gününe,
ahiretin sonsuz hayatına, Cennet ve Cehennem'in daha önceden yaratılmış
olduğuna inanıyoruz. İşte bu iman bizi kurtuluşa götürür, ruhumuzu yükseltir
ve bizi mutluluğa kavuşturur. Bu imandan yoksun olmak, insanı şaşırtıp
sapıklığa düşürür, hertürlü fenalığa sürükler ve hem dünyada ve
hem de ahirette yüzü kara eder.
Kıyametin
Oluşu ve Başlangıç Alâmetleri
58- Ahiret alemi başlamadan önce, yukarıda da işaret ettiğimiz
gibi, bütün insanların ve bütün alemlerin başına kıyamet kopacaktır. Bu
kıyametin kopmasını "Sûr'a birinci üfürüş" olayı meydana
getirecektir.
Şöyleki: Melek İsrafil (a.s) "Sûr"denilen ve
niteliği ve Yüce Allah tarafından bilinen bir ses verme cihazına üfürecektir.
Bundan çıkan korkunç bir ses ile bütün canlılar ölecek, herşey altüst
olacaktır.
59- Bildiğimiz yer sarsıntıları, su basmaları, yanardağların
patlamaları, yıldırımların düşmesi ve yerlerin çökmesi gibi bir takım
olaylar yüzünden yeryüzünde ne korkunç ve ne büyük felaketler meydana
gelmektedir. Bunlardan her biri, Yüce Allah'ın büyük kudretini gösteren nişanlardır.
İşte yeryüzünde ve göklerde büyük kıyametin kopması da, bizce
bilinmeyen çok korkunç bir ses ve gürültü ile (Sûr'a üfürülmenin dehşeti)
ile olacaktır. Kimbilir, hatır ve hayalimize gelmeyen daha nice büyük
olaylar ve görüntüler buna eşlik edecektir. Bütün âlemlerdeki düzen ve
ölçü, ancak Yüce Allah'ın eseridir. O'nun kudretinin delilidir. Yüce Allah
bu düzen ve ölçüyü herhangi bir sebeple bir an içinde kaldırınca, bütün
varlıklar hemen altüst olur, maddeler arasındaki bağlantılardan hiç bir
eser kalmaz, hiç bir canlının yaşamasına imkan kalmaz.
İşte bu umumi (genel) kıyamettir. Bunun kopacağı zamanı
ancak Yüce Allah bilir.
60- Kıyametin alâmetlerine gelince: Bunlar,
Eşrat-ı
Saat (Kıyamet Alametleri) denen bazı tuhaf ve çirkin olağanüstü
olaylardır. Bunların meydana geleceğini Peygamber efendimiz bildirmiştir. Başlıcaları
şunlardır;
1) Din konusunda bilgisizliğin her tarafa yayılması, sarhoşluk
veren şeylerin içilmesi, zina ve benzeri kötülüklerin çoğalması, öldürme
olaylarının artması... Bunlara küçük alâmetler denir.
2) Müminleri nezleye tutulmuş ve kafirleri sarhoş olmuş
gibi yapacak bir dumanın çıkması.
3) Deccal adında bir şahsın türeyip tanrılık davasında
bulunması ve sonra kaybolup gitmesi...
4) Ye'cüc ve Me'cüc adında iki milletin yeryüzüne yayılarak
bir müddet bozgunculuğa çalışması...
5) Hazret-i İsa'nın gökten inerek bir müddet
Peygamberimizin şeriatı ile amel etmesi...
6) "Dabbetü-l Arz" adında canlı bir yaratığın
yerden çıkarak insanlara karşı sözler söylemesi...
7) Yemen tarafından korkunç bir ateş çıkarak etrafa dağılması...
Doğu ile batıda ve Arab yarımadasında birer büyük
yer çöküntüsü olması...
9) Güneşin az bir zaman için battığı yerden doğması...
Bu alametlere de, Büyük Alametler denir.
Bütün bu olaylar Yüce Allah'ın kudretine göre, hiç bir
zaman imkansız sayılamaz. İçinde yaşadığımız bu âlemdeki olayların
her biri, acaib bir yaratışın ve büyük bir kudretin nişanıdır, bir üstünlük
örneğidir. Artık Kıyamet Alâmetleri denilen bu olayları düşünen hangi
insan imkansızı görebilir?
Bundan önce varlıklarına imkan verilmeyen nice büyük
icatlar zaman zaman ortaya çıkmıyor mu? İnsanların zeka ve çalışmaları
sayesinde böyle bir takım büyük ve güzel şeyler meydana geldiği halde,
yaratıcımızın büyük kudreti ile artık nelerin meydana gelebileceğini düşünelim.
"Bütün bunları yaratmak Allah'a güç değildir."
(İbrahim:20)
Ahirete
Ait Olaylar
61-
Kıyamet koptuktan bir süre sonra Yüce Allah'ın
emriyle sura ikinci üfürüş olacaktır. Bunun üzerine bütün insanlar
dirilerek yerlerinden kalkacaklar ve mahşer (toplantı) meydanında bir araya
gelmiş olacaklardır.
Bir insanın bedeni yüz binlerce parçaya ayrılsa, her
tarafa savrulup saçılsa ve çürüyüp kaybolsa, yine bunlar Yüce Allah'ın
ilminden ve kudretinden dışta kalmazlar. Yüce Allah dilediği zaman bunları
kudreti ile bir araya toplayıp diriltir, dilediği sonuca kavuşturur. İnsanların
böyle yeniden hayat bulmalarına Haşr-i Ecsad (Bedenlerin toplanması)
denilir. Bu olay, ruhların bedenlerine yeniden girmesiyle meydana gelecektir.
62- Bilindiği gibi, ruhlar Allah'ın birer emridir. Onların
gerçek halleri insanlar tarafından bilinmez. İnsanlar ölünce, onların
ruhları geçici bir zaman için başka bir aleme gider. Orada dünyada yapmış
olduğu işlere göre ya rahat yaşar yahut azab görür. O aleme Berzah Âlemi
denir. Bu, dünya ile ahiretten başka olan bir alemdir. Hayatla ölüm arasında
uyku hali ne ise, ölümle ahiret hayatı arasında olan Berzah alemi de onun
benzeridir. Bunun gerçek halini ancak Yüce Allah bilir.
İşte ruhlar, ebedî bir şekilde ölümden ve yok olmaktan
kurtulmuş oldukları için, ahiret hayatı başlayınca her ruh, Allah'ın
kudreti ile meydana gelecek olan kendi bedenine döner. Onunla birleşerek
beraberce Mahşer'e gider. Bu esas bakımından cisimle ruhun bir araya
gelmesinden başka bir şey değildir.
62- Mahşer'de her mükellef (yükümlü) insan sorguya çekilecektir.
Dünyada yaptığı işleri gösteren amel defteri kendisine verilecek, dünyadaki
amelleri tartıya konacaktır. Müminlerin bir kısmı peygamberlerin ve diğer
büyük kimselerin şefaatına kavuşucaktır. Her insan "Sırat"
denilen köprüden geçmek zorunda kalacaktır. İnsanların bir kısmı Sırat'ı
geçerek Cennet'e girecek, bir kısmı da bundan geçemeyip Cehennem'e düşecektir.
Şöyle ki:
1) Ahiret gününde sorguya çekilme, yükümlü olan bütün
yaratıkların Allah tarafından hesaba çekilmesidir. Mahşer'de büyük bir
adalet mahkemesi kurulacak ve herkesden dünyada yaptıkları sorulacak, ona göre
hakkında karar verilecektir.
Daha önce de insan öldüğü zaman kabrinde "Münker
ve Nekir" denilen iki melek tarafından sorguya çekilecektir. Ölüye
soracaklardır: Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir? Kıblen
neresidir? Buna Kabir sorgusu denir.
2) Amellerin yazılı olduğu defter, her insanın dünyada
iyi ve kötü her işlediği şeyin yazılı olduğu defterdir. Melekler tarafından
yazılmış olan bu defter, ahirette sahibine verilecek ve ona: "Al, kitabını
oku!" denilecek ve böylece hiç bir şey gizli kalmayacaktır.
3) Mizan, Mahşer'de herkesin dünyada yapmış olduğu işleri
tartmaya mahsus bir adalet ölçüsüdür ki, bununla amellerin iyi ve kötü
miktarı anlaşılmış olur.
4) Sırat, Cehennem'in üzerine kurulmuş, üzerinden geçilmesi
pek zor olan bir köprüdür. Bunun üzerinden Allah'ın iyi kulları çok
kolaylıkla geçer. Öyle ki, bir kısmı şimşek çakar gibi aniden geçer ve
Cennet'e girer. Kafirler ile müminlerden bağışlanmamış kimseler geçemeyip
Cehennem'e düşeceklerdir. Kafirler ebedî olarak orada kalacaklar, müminler
ise cezalarını doldurduktan sonra Cennet'e gireceklerdir.
5) Cennet, hatır ve hayale gelmeyen maddî ve manevî
nimetleri içinde toplayan, hiç bir zaman yok olmayan ve bugün mevcut olan
sekiz bölümlü bir mükafat alemidir. Bulunduğu yeri ancak Allah bilir.
6) Cehennem, bütün kafirlerle bazı günahkar müminler için
yaratılmış olan yedi aşağı tabakaya bölünmüş bir azab kaynağıdır.
Burada kafirler ebedî olarak kalacaklar ve azab çekeceklerdir. Günahkar müminler
ise, bir müddet azab çektikten sonra bağışlanarak Cennet'e konulacaklardır.
Cehennem'in bulunduğu yeri de ancak Yüce Allah bilir.
7) Kevser Havuzu, Mahşer günü Yüce Allah tarafından
peygamberimize ikram buyurulacak olan gayet büyük bir havuzdur. Bunun çok
tatlı ve berrak suyundan müminler içecekler. Mahşerin dehşetinden ileri
gelen hararetlerini gidereceklerdir.
Şefaat, ahiret günü bir kısım müminlerin bağışlanmaları
ve bazı itaatli müminlerin de yüksek derecelere ermeleri için
peygamberimizin ve diğer bazı büyük zatların Yüce Allah'dan dilek ve
yalvarışta bulunmalarıdır.
Ahirette bütün insanlara ait hesaba çekilme işinin bir an
önce yapılması için en büyük şefaatta bulunacak kimse, Hazreti Peygamber
Efendimizdir. Onun bu şefaatına Şefaat-ı Uzma (En büyük Şefaat)
denir. Peygamberimizin sahib olduğu Cennetteki yüksek makama da
Makam-ı
Mahmud (Övülen Makam) denir.
Bütün bu saydığımız şeylerin aslını ve özünü ayrıntıları
ile bilmek ancak Yüce Allah'a mahsusdur. Ahiretle ilgili bütün bu olayların
var olduğunu kabullenmek, Yüce Allah'ın kudret ve azametini düşünüp
sezebilenler için asla uzak ve imkansız görülemez. Yüce Allah'a hamd olsun
ki, biz bunların hepsine inanmış ve iman etmiş bulunuyoruz.
"Allah her şeye gücü yetendir."
(Kehf:
45)
Ahiretin
Varlığındaki Hikmet
64- Bilindiği gibi, Yüce Allah'ın varlığı ezelîdir,
ebedîdir. O'nun kudreti de sonsuzdur. Her işinde de nice hikmetler vardır.
O'nun yaratıcılık sıfatı her zaman varlığını gösterecektir. O'nun
yarattığı ve yaratacağı varlıkların bir kısmı devam edecektir. Kimbilir
içinde yaşadığımız bu alemi ne kadar asırlar önce yaratmıştır! Sonra
da bu alemde birtakım ibadet ve görevlerle yükümlü olmak üzere insanları
seçkin bir sınıf olarak meydana getirmiştir.
Bütün bu insanlar ve diğer nice yaratılmış varlıklar
boşuna mı yaratılmıştır? Geçici bir zaman için yaşayıp da sonra
tamamen yok olsunlar diye mi, bu kadar mükemmel suretle meydana getirilmişlerdir?
Hayır, böyle bir iddiaya insanın vicdanı isyan eder. Her
zerrede görülen hikmet buna karşı çıkar.
65- Şübhe yok ki, insanlar bu dünyaya bir imtihan için
getirilmiştir. Bu alemde yapmış olduktan iyi ve kötü amellerinin sonuçlarına
ve karşılıklarına başka bir alemde ebedî olarak kavuşmak için yaratılmışlardır.
Bu dünyada herkes yaptığının karşılığını yeter derecede görmemektedir.
Nice saygı değer iyi insanlar sefil bir halde yaşarlar. Nice sapık ve azgın
kimseler de, rahatlık içinde yaşayarak kötü yürüyüşlerinin cezasını dünyada
görmezler.
Bu bakımdan Yüce Allah'ın adaletinin tam manasıyla gerçekleşeceği
bir alem lazımdır ki, herkes yaptığı işlerin karşılığını orada
bulsun. Böylece Yüce Allah'ın yaratıcılık sıfatı kendisini daima göstersin.
66- Şunu da düşünmelidir: Bu dünyada insanlar ve diğer
sorumlu yaratıklar iki kısma ayrılmıştır: Bir kısmı üzerine düşen görevleri
yerine getirmekte ve Allah'ın varlığına değişmez bir inançla sarılmış
bulunmaktadır. Bu değişmez ve devamlı inanç sahiblerinin mükafatları da
ahiret hayatında ebedî olacaktır.
Diğer bir kısmı ise, görevlerini kötüye kullandıklarından
Yaratıcısını unutmuşlar ve nefislerine uyarak gittikleri sapık yolun doğruluğuna
devamlı bir inançla bağlanmışlardır. Milyarlarca sene yaşayacak olsalar
dahi, kendi inanç ve inkarlarını terketmemek kararında bulunurlar. Onun için
bunların cezası da, kendi inançları gibi ebedî olacaktır. Ahirette sonu
gelmeyen bir azaba düşeceklerdir.
Şunu da ilave edelim ki, Yüce Allah katında güzel iman o
kadar makbul ve büyük bir şeydir ki, onun karşılığı, Allah'ın bir ihsanı
olarak sonsuz bir mükafattır. Allah'ı inkar edip batıla tapınmak da, o
kadar büyük bir cinayettir ki bunun karşılığı da, sonsuz bir azabdan başka
bir şey değildir.
"İyi insanlar Naîm'de
(Nimet Veren'de),
günahkar kimseler de Cehennemdedirler."
(İnfitar:
13-14)
Kaza
ve Kadere İman
67- Bilindiği gibi, Yüce Allah'dan başka yaratıcı
yoktur. Bu kainatta meydana gelen her şey, muhakkak Yüce Allah'ın bilmesi,
dilemesi ve yaratmasıyla olur. Onun için herhangi bir şeyin belirli bir şekilde
meydana gelmesini, Cenab-ı Hakk'ın ezelde dilemiş olmasına "Kader"
denir. Yüce Allah'ın böyle dilemiş olduğu herhangi bir şeyi, zamanı
gelince meydana getirmesine de "Kaza" denir.
Örnek: Herhangi bir insanın falan günde meydana gelmesini
Yüce Allah'ın ezelde dilemiş olması bir kaderdir. O insanın takdir edilmiş
günde yaratılması da bir kazadır. Bununla beraber kaza sözü, takdir ve hüküm
manasına da gelir.
68- Kaza ve kadere iman da, müslümanlarca bir esastır.
Bunlara inanmak, Yüce Allah'a iman esaslarından sayılır. Allah'ın varlığını
ve birliğini bilen, O'nun kainata tek hakim olduğuna inanan bir insan için
kazaya ve kadere iman etmemek mümkün olmaz. Hangi mümkün şey vardır ki, Yüce
Allah takdir ettiği takdirde meydana gelmesin? Hangi şey de vardır ki, Yüce
Allah dilemediği halde o meydana gelebilsin?
Onun için biz Allah'ın kaza ve kaderine inanırız, kaza ve
kadere razı oluruz. Bu bizim bir iman borcumuzdur. Fakat kendi irademizin ve
kendi kazancımızın neticesi olmak üzere, Yüce Allah'ın yarattığı bazı
işler vardır ki, bunlar Allah'ın rızasına aykırı olması bakımından,
bizim bunlara razı olmamamız gereklidir. Bunlara rıza göstermek caiz olmaz
ve bunlara Makzî (Kulun dilemesi üzerine Allah tarafından gerçekleşmesine
hüküm verilmiş işler) denir.
Örnek: Bir insan bir günah işlemek ister, irade ve gücünü
o günah tarafına yöneltir. Yüce Allah da dilerse, bu günahı o insanın
arzusuna göre yaratır. İşte bu günah, Yüce Allah'ın rızasına aykırı
olduğu için, ona razı olamayız. Bunun içindir ki, kazaya rıza göstermek,
Makzî'ye rızayı gerektirmez.
69- Kaza ve kadere imanın faydasına gelince: Şübhe yok
ki, insan bu iman sayesinde Allah'ın yaratıcılığını kudret ve
hakimiyetini tanımış olur. Böylece ruhu güç kazanmış olur, ahlak
duyguları yükselir, hayata büyük bir güçle atılır ve başarıdan başarıya
ulaşır. Çünkü Yüce Allah'ın kaza ve kaderine razı olan bir kimse, hiç
bir şeyden yılmaz, sebeblere sarılmayı da, kaza ve kaderin gereği bilir.
Bir işte başarısızlığa uğrayacak olsa, "bunda kim bilir, Allah'ın
ne gibi gizli hikmetleri vardır" diye düşünür. Allah'ın kazasına razı
olur ve ümitsizliğe düşmez, azminde gevşeklik olmaz, heyecana kapılmaz,
huzur içinde üzüntü çekmeyen bir kalb ile hayat alanındaki çalışmasını
sürdürür.
"Kim Allah'a güvenirse Allah ona yeter"
(Talak:
3)
Kaza
ve Kadere İman Sorumluluğa Engel Değildir
70- Kaza ve kader, insanların iradelerine, kudretlerine ve
çalışıp kazandıkları şeylerden sorumlu olmalarına engel ve aykırı değildir.
Şöyle ki: Yüce Allah insanlara bir güç ve irade
(ihtiyar) vermiştir. Bir insan kendi gücünü ve iradesini bir işe harcarsa,
buna Kesb (Kazanç) denir. Yüce Allah da dilerse, o işi insanın isteğine
göre yaratır. Bu da bir kaza, bir yaratıştır. Onun için insanın bu kazancı,
kendi cüz'i irade ve isteği ile olduğundan, o işin değerine göre sorumlu
olması gerekir. Yoksa: "Ne yapayım, kader böyle imiş!" diyerek
kendisini sorumluluktan kurtaramaz.
Bununla beraber bir insan bir işi yapacağı zaman, kaderin
ne olduğunu bilemez, kendi düşünce ve arzusuna göre hareket eder. İşin
nasıl sonuçlanacağını önceden bilmediği bir kadere işini dayayarak
kendisini işin sorumluluğundan beri görmeye hakkı yoktur.
71- Bir insanın kendisini her türlü kudretten ve iradeden
yoksun görmesi bir Cebr (Zorakilik) inancıdır ki, bu doğru değildir.
Bizim işlerimizden bir kısmı, arzu ve irademize bağlıdır. Mesela:
Ellerimiz bazan bir hastalık sebebiyle titrer, bazan da bunları kendimiz
titretiriz. Şimdi bu iki titreme arasında fark yok mudur? Elbette vardır;
birinci titreyiş cebrîdir (ihtiyarımızla değildir). İkinci titreyiş ise
ihtiyarımızla, kendi istek ve irademizledir.
Cebri savunanlar, çok kere bu iddialarını kendileri
bozarlar. Mesela; Onlardan birine bir kimse bir tokat vursa, hemen kızarlar ve
karşılık vermeye kalkışırlar. Oysa kendi iddialarına göre, o kimseyi suçlu
görmemek gerekirdi. Çünkü onun bir tokat vurması, onların inançlarına göre
bir kader gereğidir. Tokat vuran bu işi yapmaya mecburdu. Onun için sorumlu
olmaktan beridir.
Bir de cebir iddiasına kalkışanların, kendi inanışlarına
göre, yaptıkları iyi işlerden dolayı Yüce Allah'dan bir mükafat
beklememeleri gerekir. Çünkü o işler de bir kader neticesidir, onlara göre
kulun bu işlerde bir tesiri yoktur, yaratan Allah'dır. Kötü işlerinin
sorumluluğunu kabul etmedikleri halde, iyi işlerinden nasıl mükafat
bekleyebilirler?
Aksine olarak insanın her işi yapmakta tamamen kudret ve
iradeye sahip olduğuna, her şeyi başardığına inanmak da
"Kaderiye" mezhebine sapmaktır. Bu da doğru değildir. Bu durumda
insan kendisini bir nevi yaratıcı sanmış ve Allah'a has olan bir sıfatı
takınma cesaretini göstermiş olur.
Sonuç: İnsan kasibdir (iradesi ile işi kazanır). Yüce
Allah da işi yaratır. Bu dünya bir imtihan alemidir. Yüce Allah hikmeti gereği
olarak insanlara güç ve kudret vermiştir. Bu sebeble de kulu sorumlu ve yükümlü
tutmuştur. İnsan yaratıcısının bu ihsanını hayırlı işlere harcarsa
hayır (mükafat) görür. Kötülüğe harcarsa azaba düşer.
Bunun için insanların görevleri kendi hayatlarını kurtarıp
parlak bir hayata kavuşmak için hem dünyaya, hem de ahirite ait işlerini güzelce
yapmaya çalışmaktır. Yoksa: "Kaza ve Kader ne ise, o meydana
gelir" deyip bu çalışmayı terk etmek asla caiz olamaz. İslam dini
tembelliğe ve gevşekliğe cevaz vermez.
"İnsana ancak çalıştığı vardır."
(Necm: 39)
İman'da
Ehl-i Sünnet İmamları
72- Kendilerine Ehl-i Sünnet ve Cemaat (Peygamberin ve onun
eshabının yolunda bulunanlar) ve Fırka-i Naciye (selamete kavuşanlar) adı
verilen müslümanlann inançları, şu yukardan beri yazdığımız gibidir.
Bilindiği üzere, peygamber efendimiz ile görüşüp ona
iman edenlere "Ashab-ı Kiram ve Ashab-ı Güzin" denir. Ashabı görüp
de onlardan feyiz alan müslümanlara "Tabiîn" adı verilmiş-tir.
Ashab-ı güzin ile Tabiîne "Selef-i Salihin"
denir. Bunlar ehl-i sünnetin öncüleridir. Bunlar peygamberimizin yolunu gereği
üzere izlemişler ve İslamiyeti her tarafa yaymışlardır. İslam birliğini
ve topluluğunu kuvvetlendirmişlerdir. Din adına uydurmalardan uzak kalmışlardır.
73- Ehl-i Sünnet'in İtikat (inanç ve iman) ile ilgili
konularda yetkili büyük alimleri ve imamları vardır. Bunlardan her biri,
Selef-i Salihin dediğimiz Ashab ve Tabiîn'in yolunda yürümüşlerdir. İslam
aleminde yüz gösteren değişik görüşlere, felsefî nazariyelere karşı
gerçeği savunmaya çalışmışlardır. İslam inancının ne kadar saf ve ne
kadar doğru olduğunu genişlemesine incelemiş ve çeşitli delillerle
isbatlamışlardır.
İşte bu büyük mücahid alimlerden biri İmam Matüridî,
diğeri de İmam Eş'ari'dir.
74- İmam Ebû Mansur Muhammed Matüridî, hicretin (280) yılında
doğmuş ve (333) yılında Semerkand'da vefat etmiştir. Memleketi olan Matürid
Buhara ilçelerinden biridir. Kendisi Hanefî mezhebinde idi. Çok kıymetli
tefsiri ve başka eserleri vardır. Bizim itikatta (inançta) imamımızdır.
Hanefî mezhebinde bulunan müslümanlann büyük çoğunluğu inanç ve
itikatta bu Ebü Mansur Matüridî'ye bağlıdır.
75- İmam Ebu'l-Hasan Aliyyü'l-Eş'arî, hicretin (260) yılında
Basra'da doğmuş, (324) yılında Bağdad'da vefat etmiştir. Büyük dedesi
Ashab-ı Güzin'den Ebû Musa El-Eş'arî'dir.
Ebu'l-Hasan El-Eş'arî Şafiî mezhebine bağlı idi. Ehl-i
Sünnet itikatına pek çok hizmet etmiştir. Çok değerli eserleri vardır.
Malikîlerle Şafiîlerin hemen hepsi, Hanefîlerin bir kısmı ile Hanbelî
mezhebinde olan Müslümanların bazı ileri gelenleri itikat konularında Ebu'l-Hasan
El-Eş'arî'ye uyarlar.
76- İmam Matüridî ile İmam Eş'arî arasında esas bakımından
ayrılık yoktur. Her ikisi de Ashab ve Tabiîn'in yolunda gitmişlerdir. İkisi
de hak üzeredir. Ancak ikinci derecede bulunan bazı konularda ayrı görüşleri
vardır. Fakat bunların başlıcaları da, görünüşteki ifade değişikliğinden
başka birşey değildir.
Bugün müslümanların büyük çoğunluğu itikat bakımından
ya İmam Matüridî'ye veya İmam Eş'arî'ye bağlı bulunmaktadır.
Yüce Allah hepsinden razı olsun, amîn...
"Akıbet takva sahipleri içindir."
(Kasas:
83)