kerahet ve istihsan
KERAHET ve İSTİHSAN
Mübarek
dinimizde helal, haram, mubah, mekruh, müstahsen veya gayri müstahsen şeylerin
bir kısmı fıkıh kitablarımızda: "Kitabu'l-Kerahiye ve'l-İstihsan,
Kitabu'l-Hazer ve'l-İbaha, Kitabu'l-Zühdi ve'l-Vera', Kitabu'l-Et'ime ve'l-Eşribe"
gibi başlıklar altında yazılı bulunmaktadır. İşte bu ilmihalimizin bu
sekizinci kitabı, bu kısma ait bazı meseleleri kapsamaktadır.
Bazı
Dinî Deyimler
1- İstihsan, bir şeyi güzel saymak ve güzel
sanmaktır. Fıkıh usulünde, "Zahiren kıyası bırakıp insanların
ihtiyacına daha uygun olanı almaktır." Diğer bir ifade ile:
"Kolaylık için güç olanı terk etmek ve herkesin alışık olduğu işlerde,
din yönünden bir müsaadeye bağlı, kolaylık tarafını arayıp
benimsemek" demektir. Burada İstihsan'dan maksad, çok gerekli ve çok güzel
birtakım dinî meseleleri açıklamaktır.
Dinimizin güzel gördüğü ve müstahab saydığı şeylerden
her birine "Müstahsen" denir. Bunun karşıtı da "Gayr-i müstahsen"dir.
2- Kerahiyet, lûgat anlamı bakımından, zahmet, meşakkat,
şiddet ve bir şeyi fena görmektir. Din deyiminde ise, yapılmaması daha iyi
olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması demektir. Buna "Kerahet" de
denir. (Mükelleflerin İşleri Bölümüne bakılsın.)
3- Hazer, lûgat anlamı bakımından engellemek
demektir. Mahzur yerinde kullanılır ki, yasak anlamındadır. Din yönünden
yapılması yasak olan şeylere denir. Çoğulu "Mahzurat"dır.
4- İbaha, mubah kılmak, bir şeyin yapılmasını
ve yapılmamasını eşit tutup caiz görmektir. Bir şeyin yapılmasına
verilen izin, bir ibahadır. Bir yemekten bir kimsenin yemesine yetkili zatın
verdiği iznine de "İbaha" denir. (Mükelleflerin İşleri Bölümüne
Bakılsın.)
5- Zühd, birşeyden yüz çevirmek ve kaçınmak
anlamındadır. Dünyaya yönelmeyip ibadet ve hayır işleri ile fazla uğraşmak
demektir.
6- Vera', harama düşmek korkusu ile şüpheli
şeylerden kaçınmak demektir. Buna "Takva ve ittika" da denir. Vera
ve takva sahibine de "Müteverri' ve Müttakî" denir.
7- Met'umat, yenen ve içilip tadılan şeylere
denir. Her yenen şeye "Taam" denir. Bunun çoğulu "Et'ime"dir.
8- Meşrubat, içilen sıvı şeylerdir. Lûgatta
her içilen sıvıya "şarab" denilir. Bunun çoğulu "Eşribe"dir.
Din deyimide ise şarab, sarhoşluk veren herhangi bir sıvı demektir. "Hamr"
denilen içkiye de "Şarab" denegelmiştir. (Helal, haram, mubah ve
mekruh tabirleri için "Mükelleflerin İşleri" bölümüne bakılsın.)
Her
Müslüman İçin Öğretme ve Öğrenmenin Gerekliliği
9- İlim elde etmek, her müslüman erkek ve kadın için bir
görevdir. Şöyle ki: Her müslümanın yapmakla yükümlü bulunduğu din görevlerini
yerine getirmek, hak ile batılı, helal ile haramı ayırmak için yeterince
bilgi sahibi olması üzerine farzdır. Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur:
"Her müslüman erkek ve kadına ilim öğrenmek
bir farzdır."
Başkalarına muhtaç oldukları şeyleri öğretmek için
ilim öğrenmek de sünnettir, bir ibadettir. Bundan fazlasını bir kemal ve
bir şeref olmak üzere öğrenmek de mubahtır. Başkalarına karşı öğünmek,
mücadele edip büyüklenmek için ilim elde etmek ise mekruhtur.
10- İlim öğrenmek aslında hem ferdler için, hem de
cemiyet için gereklidir. Bu bir zarurettir. Böyle zaruret mikdarı ilim öğrenmek,
bir İslam toplumunun bütün ferdlerine yönelen bir farzdır. Ancak ilimlerin
bir kısmı, her kişi için gerekli olduğundan bu kısmın öğrenilmesi bir
farz-ı ayndır. Herkesin öğrenip bilmesi ve onu yapması gerekir.
İlimlerin bir kısmı da, her ferd için değil, cemiyet
hayatı için gerekli olduğundan bunun öğrenilmesi de bir farz-ı kifayedir.
Tıb, hesab, harb ve teknik ilimleri gibi... Bu ilimleri herkes elde edemez.
Bunlarla toplumun bazı kişileri meşgul olabilirler. Bunları bir kısım şahıslar
öğrenirse, bu farz yerine getirilmiş olur. Fakat bu ilimlerle, İslam
toplumunu meydana getiren şahısların hiç biri meşgul olmazsa, o toplumun bütün
ferdleri Allah yanında sorumlu olurlar.
11- İslam dininde ilmin kıymeti pek büyüktür. İlim bir
nurdur, bir hayattır, bir cemiyetin yaşamasına ve yükselmesine sebebdir.
Cahillik ise, bir karanılıktır, bir ölüm, bir felakettir.
Resûlü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem),
Lokman Hekîm'in oğluna şöyle bir öğüt vermiş olduğunu buyurmuştur: "Yavrum!
Alimlerin meclisine devam et, hekimlerin sözlerini dinle. Çünkü Yüce Allah
yeryüzünü çisinti ile dirilttiği gibi, ölü bir kalbi de şübhesiz hikmet
nuru ile diriltir."
12- İslamda her meslek sahibi için, o meslekle ilgili dinî
meseleleri bilmek bir farzdır, önemli bir görevdir. Ticaretle uğraşacak
kimselerin ticaretle ilgili helal ve haram gibi işleri önce öğrenmeleri
gerekir. Böylece yapacakları işlemlerde dine aykırı bir şey bulunmamış
olur.
13- İslam kadınları, abdest, namaz ve oruç gibi dinle
ilgili bir kısım meseleleri ya kocaları ve mahremleri aracılığı ile öğrenir
veya kocalarının izni ile ara sıra bir ilim meclisine giderek öğrenmeye çalışırlar.
Fakat kocalarının rızası olmadıkça bir ilim meclisine çıkıp gidemezler.
Ancak bir kadına dinle ilgili bir meseleyi öğretmek gereği yüz gösterirse,
bakılır: Eğer kocası bu meseleyi çözer veya ehlinden öğrenip kendisine
bildirirse maksad elde edilmiş olur. Fakat kocası bunu çözemez ve sorup öğrenmekten
çekinirse, kadın o meseleyi gidip ehlinden öğrenmek yetkisine sahibdir.
Yeter ki o kadın, İslam adabına uygun hareket etmiş olsun.
14- İlim alanında hakka yardım için, bir hakkın açıklanmasını
ortaya çıkarmak için, ilim üzerinde bilgilerin artmasını sağlamak için
yapılan karşılıklı görüşmeler ve münazaralar caizdir. Bunlar ibadetten
sayılır. Fakat bir müslümanı aşağı düşürmek ve mahcub etmek için,
bir mala veya bir rütbeye kavuşmak için yapılacak etkili ve fazla konuşmalar
ve tenkidler haramdır, İslam ahlakına aykırıdır.
15- İlim alanında "Mira Mücadele" denilen söz söyleme
şekli asla caiz değildir. "Mira" başkasının sözlerinde veya
anlamında görülen bir noksandan dolayı hemen ona itiraz edivermektir. Bu
itiraz, kendini büyük görmekten ve göstermekten ileri gelir. Onun için söylenilen
bir sözü hemen düzeltmeye kalkışmamalıdır. Ancak din yönünden bir yarar
varsa, o zaman yumuşaklıkla ve kibarca hareket etmelidir.
Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur:
"Kul, haklı olduğu halde bile mirâyı (yersiz mücadeleyi)
terk etmedikçe, imanın hakîkatını tamamlamış olmaz."
Hak olan şeyde ısrarla direnmek ve büyüklük taslamak
asla caiz değildir. Böyle bir durum, gösterişten, kinden, çekememezlikten
ve hırsdan ileri gelir. Bu, insan için pek büyük bir noksanlıktır.
"Kabul edilmeğe en layık olan hakdır."
İslâmda Va'zın ve Öğüt
Vermenin Önemi
16- İslam dininde va'z etmek ve öğüt vermek pek önemli
bir görevdir, bir farz-ı kifayedir. Kürsülerde ve minberlerde insanlara öğüt
kasdi ile söylenen sözler (hutbeler) sünnettir. Peygamberimizin yoludur. Din
hükümlerine uygun olarak ihtiyaca göre tatlı ifadelerle yapılan konuşmalardan,
verilen öğütlerden herkes faydalanır. Bunlar birer uyarmadır. Bu uyarmalar
mü'minler için çok yararlıdır.
17- Nasihat (öğüt), aslında hayır istemektir. Bir
hadis-i şerîfde şöyle buyurulmuştur:
"Şübhe yok ki din, Allah için, Allah'ın
kitabı ve Peygamberi için, müslümanların imamları için ve hepsi için hayır
istemekten, (öğüt vermekten) ibarettir."
Doğrusu Allah'ın dinine hizmet için çalışmak, başkalarının
hidayete ermelerine, mutluluğa kavuşmalarına ve selametlerine hizmet için uğraşmak
ne büyük bir hayırseverliktir, ne yüksek bir harekettir!..
Bunun içindir ki, bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:
"Yüce Allah'ın bir kimseyi, senin aracılığınla
hidayete erdirmesi, senin için, güneşin üzerine doğduğu ve battığı şeylerin
hepsinden daha hayırlıdır."
18- Nasihat, gerçekten bir hayır işidir, çok sevimli bir
hizmettir. Yalnız baş olmak sevgisi ile veya mala ve insanların takdirine
kavuşmak maksadıyla yapılan öğütler ve konuşmalar, sahibleri için birer
günahtır. İyi niyet bulunmadığı için de, Yüce Allah katında makbul değildir.
19- Allah rızası için bir hayır olarak yapılan öğütü
kabul etmemek, ilmi üstün olan kimsenin hakka bağlı emir ve tavsiyelerine
boyun eğmekten kaçınmak ise temerrüd (İnatçılık) denen kötü bir
huydur. Bu da, kıskanmaktan, kendini beğenmekten ve nefsin arzusuna uymaktan
ileri gelir.
20- İslamda iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak da
bir öğüt ve hayır dilemekten ibaret çok önemli bir görevdir. Müslümanlar
bu görevi gereği üzere yerine getirmiş olmakla diğer milletlerden seçkin
bir millet olmuşlardır. Kur'an-ı Kerîm'de de övülmüşlerdir.
21- Maruf yaratılışa uygun ve dince güzel görülen şeydir.
Münker de, aksine yaradılışa aykırı ve dince çirkin bulunan şeydir. Onun
için her müslüman kendi din kardeşi hakkında ve bütün insanlık hakkında
hayır ister, iyiliği emreder ve öğüt verir. Kötülüklerden sakındırmayı
da bir din görevi bilir. Ancak bu görevin dereceleri vardır. Şöyle ki: Bu
yol gösterme görevinin yapılmasında, karşı taraftan bir kötülüğün
ortaya çıkacağı düşünülmüyorsa, bu görev işe el koymakla, değilse sözle
yapılır. Bu da tehlikeli ise, yalnız kalb ile yapılır. İyiliğin yapılması,
kötülüğün de terk edilmesi için kalb ile dua yapılır.
22- Bir müslüman yapacağı iyiliği tavsiye ve kötülükten
alıkoma görevinin zararız olarak kabul edileceğini üstün görüşü ile
anlamış olursa, bu görevi yapmak ona vacib olur, bunu terk edemez. Fakat bu yüzden
döğülme ve sövülme gibi bir tepki göreceğini anlarsa, bu görevi bırakması
daha iyidir. Sözünün benimsenmeyeceğini bilmekle beraber böyle bir tepki de
olmayacağını anlarsa, serbestir; isterse öğüt verir, isterse vermez. Fakat
öğüt vermesi daha iyidir. Bu yolda bazı zorluklara katlanmak bir mücahededir.
23- Bir kimsenin emrettiği veya yasakladığı şey, hakka
ve ihtiyaca uygun ise, kabul edilmelidir. Öğüt veren, söylediklerini yapmamış
olsa bile, doğru olan şey kabul edilir. Şu da gerçektir ki, bir emir ve yasağın
ruhlara tesir edebilmesi için, bu görevi yapmaya çalışan kimse şu beş
vasfı kendisinde bulundurmalıdır:
1) Bilgi sahibi olmalıdır. Çünkü bilgisi olmayan kimse
bu görevi güzelce yapamaz.
2) Söylediği şeyle kendisi de amel etmelidir. Değilse:
"Niçin yapmadığınız şeyi söylersiniz?"
azarına muhatab olur.
3) Bütün sözlerinde Yüce Allah'ın rızasını ve müslümanların
yükselmelerini gözetmelidir. Bunu hedef edinmelidir.
4) Dinleyiciler hakkında şefkat göstermeli, irşad görevini
tatlılık ve yumuşaklıkla yapmalıdır.
5) Sabırlı ve iyi huyu olmalı. Sertlikten ve şiddetten kaçınmalıdır.
Şunu da ekleyelim ki, halk tabakasından olan kimselerin,
ilim ve irfan sahibi şahıslara iyiliği emretmeleri ve kötülüğü
yasaklamaları uygun değildir. Böyle bir davranış edebe aykırıdır. Kendi
haklarında bilmeyerek bir zarara sebeb olabilir.
Mukaddesata Hürmet ve Saygı
24- Yüce Allah ile ilgili olan, din yönünden pak ve temiz
bulunan manevî büyüklüğü kazanan şeylere Mukaddesat (Kutsal şeyler)
denir.
Yüce Allah mukaddes olduğu gibi, onun bütün isimleri de
mukaddestir. Öyle ki, bir yüce ismi de "Kuddüs"dür.
Yine, Yüce Allah'ın kitabları, Peygamberleri ve velileri
de birer kudsiyet kazanmışlardır. İslam ibadetleri birer mukaddes görevdir,
İslam mabetleri de mukaddes ve mübarek yerlerdir.
25- Biz müslümanlar, bütün mukaddes varlıklara son
derece saygı ve hürmetle mükellefiz. Mukaddesata saygı ve hürmet etmeyen
kimse, ruhu sönmeye başlamış, yüksek duygulardan yoksun kalmış, gaflet içine
düşmüş bir insan demektir. İnsanlık değerini kaybetmiş olur.
26- Mukaddesata yapılacak hürmet ve saygının şekli,
mukaddesatın hüviyet ve mahiyetine göre değişir. Biz burada bunların bir kısmına
işaret edeceğiz. Şöyle ki:
27- Herhangi mukaddes bir ibadete veya hayırlı bir işe başlayacağımız
zaman, Yüce Allah'ın adını anarak Besmele okumamız gerekir. Bir hadis-i şerifde
buyurulmuştur:
"Herhangi hayırlı bir işe Bismillah sözü
ile başlanmazsa, o iş bereketsizlikdir, güdüktür."
28- Biz mukaddes mabudumuzun mübarek isimlerini anarken
"Teala, Celle Celâlühu" gibi bir ifade kullanırız. Allah Teala,
Hak Celle ve Alâ deriz. Veya "Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri"
deriz. Bunları söylemek, birer İslam terbiyesi gereğidir.
29- Büyük Peygamberimizin yüksek isimlerinden biri anılınca
salat ve selam okuruz. "Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem,"
deriz. Mübarek isimlerinden birini yazdığımız zaman da "aleyhissalatü
vesselam, sallallahu aleyhi ve sellem" diye yazar veya okuruz.
Diğer Peygamberlerin mübarek adlarını da
"Selam" ile anarız. "Adem aleyhisselam, İbrahim aleyhisselam"
deriz, iki peygamber anılırsa: "aleyhimesselam", ikiden çok
olurlarsa, "aleyhimüsselâm" denilir.
30- Peygamberlerden başka kimseler, yalnız başına
oldukları zaman salat ve selam ile anılmazlar. Ancak bunlar peygamberlerle
beraber anılınca, salat ve selam'a katılabilirler. Ebû Bekir aleyhissalatü
vesselam veya aleyhisselam, demeyiz. Yine Allah Teala Ashab-ı kirama salat ve
selam buyursun, demeyiz. Ancak şöyle deriz: "Allah Teala, Hazret-i
Muhammed'e, onun âl ve ashabına salat ve selam buyursun."
Peygamberlerle onlara uyan ashabı kiramın aralarını ayırmak
ve saygıdaki farka işaret etmek için böyle yapmak, İslam adabından olarak
bütün alimler arasında kabul edilmiştir.
31- İsimleri yalnızca anılan seçkin ashab hakkında,
"radıyallahü anh" deriz. Bunlardan iki kişi için, "radıyallahü
anhüma" ve ikiden çok kimseler için de. "radıyallahü anhüm"
deriz.
Diğer alimler için, "rahmetullahi aleyh, rahmetullahi
aleyhima, rahmetullahi aleyhim" denilir.
Evliya-i kiramdan tanınmış zatlar için: "Kaddesallahü
Esrarehü, esrarehüma, esrarehüm" denilebilir. Bütün bunlar, İslam
adabı gereğidir.
32- Bütün ashabı kiram ve din büyüklerini hayırla
anmak, hepsine karşı sevgi ve saygı göstermek, hiç birine dil uzatmamak
gerekir. Onlar arasında geçen bazı olayları ileri sürerek haklarında hürmete
aykırı sözler söylemek hiç bir müslümana yakışmaz, ve asla caiz olmaz.
33- Kur'an-ı Kerimi okumaya "Euzü çekerek ve Besmele
okuyarak" başlanır. Rabbimizin bu mukaddes kitabından gereğince
yararlanmak için her halde yüce varlığına sığınmamız ve kendisinden
yardım dilememiz lazımdır.
34- Bir Kur'an-ı Kerim ele alınarak okunacağı zaman
abdestli bulunmak gerekir. Okurken kıbleye dönmeli, toparlanıp saygılı bir
duruma geçmelidir. Abdestsiz kimse kılıfsız (bir mahfaza içinde olmayan)
Kur'an-ı Kerimi ele alamaz. Kutsal kitabı ancak temiz ve abdestli olan eller
tutabilir.
35- Kur'an-ı Kerim, temiz yerlerde, avret yerleri kapalı
olan kimselerin yanında, onu dinlemeleri şartı ile, açıkça okunabilir. Pis
yerlerde veya avret yerleri açık olanlarla başka işle uğraşanlar yanında
açıkça okunması mekruhtur.
Dışarda bulunup okunan Kur'an-ı Kerime karşı saygılı
bir vaziyet takınmayacak kimselerin işitecekleri şekilde aşikare Kur'an
okunması uygun değildir. Bu durum, Kur'an-ı Kerime saygısızlığı ve halk
için de manevî sorumluluğu gerektireceğinden buna sebebiyet vermemelidir.
36- Hattat olan bir yazar, yazacağı Kur'an-ı Kerim'in
yapraklarını yüksekçe tutup ince olmayan bir kalemle ve temiz bir mürekkeble
beyaz kağıt üzerine yazmalı, satırlarını seyrekçe bırakmalıdır.
Kur'an-ı Kerim nüshalarını pek küçük boyda ince kalemlerle yazmak,
tenzihen mekruhtur. Bu mübarek nüshaların altın veya gümüşle süslenmesi,
bir saygı ifade ettiğinden caiz görülmüştür.
37- Kur'an Kerim'i, Hacer-i Esved'i, Kabe'nin eşiğini hürmet
için öpmek caizdir. Buna "Diyanet öpmesi" denilir. Mübarek bir
adamın elini öpmeye de "Tahiyye Öpmesi" denir.
(İmam Şafiî'ye göre ekmeği öpmek, mubah veya hasen olan
bir bid'attır. Bu öpmek, Hanefîlerce de mubah görülebilir.)
38- Kur'an-ı Kerimle, diğer din kitabları ile, kaşında
(yüzüğün taşında) Kur'andan bir şey yazılı yüzüğü dinde taşıyarak,
bir zaruret bulunmadıkça, helaya (tuvalde) girilmez, hürmete aykırıdır.
Bunları helaya girmeden önce çıkarmalı ve temiz bir yere bırakmalıdır.
39- Bir Kur'an-ı Kerim okunamayacak hale gelince, temiz bez
parçası içine konup ayak basılmayacak bir yere gömülmelidir. Bu, Kur'an'ı
bir küçümseme değil ona bir ikramdır. Bununla beraber üzerine toprak atılmamalı,
tahtadan bir çatı yapılmalıdır. Bu gibi Kur'an-ı Kerimleri yakmak caiz değildir.
Kur'an'dan başka diğer din kitabları eskiyince hem gömülebilir,
hem de akar suya bırakılabilir, hem de içlerindeki mukaddes isimler
silindikten sonra yakılabilirler. Bu gibi kitabların kağıtlarına bir şey
sarmak dine ve ilme karşı hürmetsizliği doğuracağından caiz olmaz.
Yine, içlerinde Yüce Allah'ın veya Resül-ü Ekrem'in
isimleri yazılı kağıt parçalarına da, bu isimler silinmeksizin bir şey
sarılması mekruhtur.
40- Mabedlere karşı saygılı olmak da vacib olan bir görevdir.
Bir cami veya mescide hürmetle girilir. Bunların içinde edeb ve saygı ile
oturulur. Biçimsiz ve yersiz hareketlerden gereksiz konuşmalardan kaçınılır.
(Mescidlere ait hükümler bölümüne bakılsın!...)
41- Kur'an-ı Kerim'e, din ve imana, Peygamberlerden herhangi
birine Peygamberin bir sünnetine, bir hadis-i şerife, bir İslam mabedine
-Allah korusun- sövmek, hakarette bulunmak veya bunlardan birini küçümseyip
hiçe saymak küfürdür. Bundan hemen tövbe etmek, Allah'dan mağfiret dilemek
ve böylece imanı ve nikahı tazelemek icab eder.
Bir insanın sarhoş halinde böyle çirkin bir işte
bulunması, küfrünü gerektirmez. Çünkü küfür inanç bölümündedir, aklın
gitmesiyle beraber küfür gerçekleşmez. Böyle bir kimse için gerekli olan günahından
tevbe etmek ve içkiye son vermektir. Böyle bir harama devam etmemektir.
42- İnsan, aslında en güzel şekilde yaratılmış olan
muhterem bir yaratıktır. Hiç bir kimseye sövülmemesi gerekir. Hele ağıza
sövülmesi büyük bir günahtır. (Hakimin takdir edeceği ölçüde) tazir
cezasını ve tevbe etmeyi gerektirir. Öyle ki, bazı fıkıh alimlerine göre,
bir müminin ağzına sövülmesi küfrü gerektirir. Çünkü müminin ağzı
iman ve Kur'an yeridir. Onun ağzına söven, Kur'ana dil uzatmış gibidir.
Onun için böyle yapan kimsenin imanını ve nikahını tazelemesi gerekir.
43- Kur'an-ı Kerimi veya herhangi bir din kitabını bilerek
temiz olmayan bir yere atmak, Kur'an-ı Kerim ayetlerini ve kelimelerini sihir
(büyü) gibi bir maksadla temiz olmayan şeylerle yazmak ve yine bu maksadla hürmete
aykırı sözler söylemek küfrü gerektirir. Onun için bu gibi sözlerden son
derece kaçınmak gerekir.
44- Sihir (büyü), bedenlere, ruhlara ve gönüllere tesir
eden, insanı hasta bırakan, öldüren, karı-koca arasını açan birtakım dökümlerden,
yazı, dua ve efsunlardan ibarettir ki, bütün din alimlerince (müctehidlerce)
kesinlikle haramdır. Böyle bir şey, fasık kimselerin ellerinden çıkabilir.
Öyle ki, bazı müctehidlere göre, sihri öğrenip başkalarına öğreten
kimseler, dinden çıkmış olurlar; öldürülmeleri gerekir. Ancak bu işin
cevazına inanmayarak yalnız kendisini büyünün fenalığından korumak için
sihir yapmayı öğrenen kimse, dinden çıkmış olmaz.
45- "Büyücüler ve şeytanlar her istediklerini
yaparlar" diye bir inanca sahib olmak da küfrü gerektirir.
Sihrin (büyünün) bir gerçek tarafı var mıdır, yoksa
bir sanattan, bir göz bağcılıktan ibaret midir? Üç imama göre, sihrin gerçek
bir yönü vardır. Bazı büyüler Yüce Allah'ın dilemesiyle tesir ederler.
Fakat İmamı Azam'dan rivayet edildiğine göre, sihrin ne hakikati vardır, ne
de eşya üzerinde bir tesiri vardır. Bazı olaylar bir rastlantı eseri
olabilir. Bununla beraber sihrin çeşitleri vardır. Bir çeşidi sadece bir
sanattan ibarettir, bir üstünlüğü yoktur.
46- Sihir yapanların tevbeleri, bazı müctehidlere göre
kabul olunur, bazılarına göre olmaz. Muhakkak dünyada ceza görmeleri lazımdır.
Çünkü bu bir zındıklıktır.
47- Kehanette bulunmak (gaybdan haber vermek), yıldızlardan
birtakım hükümler çıkarmak, "Remil" atmak da haramdır. İslam
dini bu gibi işleri kesinlikle yasaklamıştır. Bunlarla zaman öldürmek, aydın
ve düşünen insanlara asla yakışmaz.
Din ve Muamelâtta Sözleri Kabul Edilecek ve Edilmeyecekler
48- Sadece dinle ilgili Allah'la kul arasındaki bir ibadet işinde
adaletli olan kimselerin sözleri kabul edilir. Fasıkların ve gayr-i müslimlerin
sözleri kabul edilmez. Bir suyun temiz olmadığını adalet sahibi bir müslüman
haber verir de, başka su bulunmazsa, teyemmüm caiz olur. Fakat bunu fasık
veya ne olduğu bilinmeyen veya gayr-i müslim bir kimse haber verirse, araştırma
yapmak gerekir. O suyun gerçekten temiz olup olmadığı araştırılır.
Sonunda kuvvetli görüşe göre işlem yapılır. Şöyle ki: Eğer bu haber
veren kimsenin doğru söylediğine kuvvetli bir zan hasıl olmuşsa, yalnız
teyemmüm yapılır. Yalan söylediği hakkında kuvvetli zan varsa, o su ile
abdest alınır ve ihtiyat olarak da teyemmüm edilir.
49- Bir suyun temiz olduğunu bir adil müslüman ve temiz
olmadığını, diğer adil bir müslüman haber verse, bu suyun temiz olduğuna
hükmedilir. Çünkü suda asıl olan temiz olmaktır. Fakat ölü bulunan bir
hayvanın boğazlanmış olduğunu bir adil ve boğazlanmamış olduğunu da diğer
bir adil şahıs haber verse, burada en kuvvetli olan kanaata göre işlem yapılır.
50- Bir gayr-i müslimin ihtida ettiğini (İslamı kabul
ettiğini) bir müslüman haber verse, onun üzerine cenaze namazı kılınması
caiz olur.
51- Alım-satım ve benzeri muamelelere gelince, bunlarda
adalet şart değildir. Fasıkların ve gayr-i müslimlerin sözleri de bu işlerde
kabul edilir. Hatta bunların bu muameleler içinde saklı helal ve harama ait sözleri
de geçerlidir.
Misal: Bir gayr-i müslim, yanında bulunan bir et hakkında:
"Ben bunu bir müslümandan veya bir kitab ehlinden aldım" dese, o
eti bir müslümanın yemesi helal olur. Aksine olarak "bir Mecûsiden aldım"
dese, helâl olmaz.
Muamelat denilen işler, çok geniş ve çok kapsamlıdır.
Onun için bu işlerde gayr-i müslimlerin de sözlerini kabul etmek sosyal bir
zarurettir.
İslâmda Aile ve Akrabalık İlişkileri
52- Müslümanlar arasında bir din kardeşliği vardır. Bu,
din bakımından genel bir yakınlık ve akrabalıktır, en kuvvetli bir bağdır.
Bu yönden müslümanlar, herhangi ırka, herhangi yurda bağlı olurlarsa
olsunlar, birbirine bağlıdırlar, birbirini sever, birbiri hakkında hayır
isterler. Bir ayet-i kerimede buyurulmuştur.
"Mü'minler şübhe yok ki, kardeştirler."
Bundan başka müslümanlar arasında birbirinden farklı
derecelerde bir soy, bir neseb, bir hısımlık ve akrabalık vardır. Bu bakımdan
da aralarında birtakım görevler haklar ve hükümler bulunur. Bunların gözetilmesi
dinimizce gereklidir.
53- Müslümanların çoğalmaları ve kuvvetlenmeleri,
yurdlarını ve varlıklarını savunabilmeleri aralarında aile ocağının
gelişmesine bağlıdır. Bu yönü ile aile kurmak ve bu ailenin devamına çalışmak
İslam'da önemli bir görevdir. Şöyle ki: Aile yuvası kurmaya gücü yeten
ve kendisinde kuvvetli bir meyil bulunan müslüman için evlenip aile sahibi
olmak vacib veya farzdır. Nefsi taşkın olmayan bir müslüman için de bir müekked
sünnettir.
Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:
"Evleniniz, çoğalınız; çünkü ben, kıyamet
günü ümmetlere karşı sizinle öğünürüm."
Fakat kadına zulüm ve eziyet edileceği bilinerek zevce
haklarını çiğneyecek olan kimsenin evlenmesi haramdır. Çünkü bu durumda
aile hayatından beklenen yararlar elde edilemez.
54- Talak (boşama) işine gelince: Bu bir yönden meşru ise
de, diğer bir yönden yasaktır ve sakıncalıdır. Şöyle ki: Aile hayatından
beklenen şeyler elde edilmeyince veya iffet ve geçim bakımından bir fenalık
yüz gösterirse, boşama meşrudur, müstahsendir. Fakat böyle bir gerek ve
zaruret bulunmadıkça boşama kötüdür, müstahsen değildir. Bir hadis-i şerifde
buyurulmuştur:
"Allah katında helal olan şeylerin en
sevimsizi boşanmaktır."
Onun için aile hayatını yaşatmaya çalışmalı, gereksiz
olarak ayrılma ve boşama olaylarına meydan vermemelidir. Bunun sorumluluğundan
çekinmelidir.
55- Her müslüman için aile hayatı ile ilgili din
meselelerini yeteri kadar bilip onları uygulamak da bir görevdir. Kimlerin
birbiri ile evlenemeyeceğini, kimlerin evlenebileceğini ve kimler arasında
mahremiyet bulunduğunu bilmek gerekir.
56- Nikah denilen evlenme akdi (sözleşmesi) karı-koca
olacak müslümanlar veya bunların velileri veya vekilleri arasında iki mü'min
erkeğin veya bir erkekle iki mü'min kadının şahidlikleri ile gerçekleşir.
Çiftlerden biri tarafından teklif ve diğeri tarafından kabul olur. Şöyle
ki: "Ben seni zevce edindim" diye yapılan teklife, karşı taraf da
"Kabul ettim" der. Çiftlerin veli veya vekilleri de şöyle der:
"Ben falanın kızı falanı, velisi veya vekili olduğum falan için zevce
kabul ettim," diye yapılan teklife karşı: "Ben de falan kimseyi,
velisi veya vekili bulunduğum falancaya veli veya vekil olarak
evlendirdim." der. Buna da şahitler şehadet ederler. Böylece icab ve
kabul tamamlanıp akid yapılmış olur. Ayrıca kadına "Mehir" adı
ile emsaline kıyasla bir mal verilmesi veya anılması gerekir. Bu "mehir"
her iki tarafın rızası ile daha önce de tayin edilebilir. Kadın bu mehrini
sonra kocasına bağışlayabilir.
57- Babalar, dedeler, anneler, nineler, erkek ve kız kardeşler,
amcalar, dayılar, halalar ve teyzeler arasında bir soy yakınlığı ve ebedî
bir mahremlik vardır. Bunlar arasında nikah asla caiz değildir. Bir kimse, hiç
bir zaman bunlardan herhangi birini nikahlayamaz.
Yine, bir kimse, kendi kardeşinin kızını ve bunun
torunlarını da alamaz. Fakat bir kimse, amcasının, halasının veya
teyzesinin kızını alabilir. İki kardeş çocukları birbirleriyle
evlenebilirler. Bunlar arasında akrabalık varsa da mahremiyet yoktur.
58- Süt emme ile meydana gelen mahremiyet de, soyla sabit
olan mahremiyet gibidir. Onun için bir kimse ile süt babası, süt anası, süt
dedesi, süt ninesi, süt kardeş evladı, süt halası, süt teyzesi arasında
ebedî bir mahremiyet vardır. Bunlar birbirleri ile evlenemezler.
Süt mahremiyetinin gerçekleşmesi için, süt emen çocuğun
iki buçuk yaşından küçük olması ve emdiği sütün boğazından geçmiş
olması şarttır. Bu iki buçuk yıldan sonra emilen veya içilen süt ile süt
evladlığı veya kardeşliği olmaz. Bu müddet İmam Azam'a göredir. İki İmama
göre süt emme müddeti iki senedir.
59- Zevcenin kocasının bazı akrabaları ile ve kocasının
da zevcesinin bazı akrabaları ile Sıhriyet (Hısımlık) bakımından
mahremiyetleri olur. Bu ise nikahın cevazına engeldir. Şöyle ki: Bir kimse,
kendi karısının anasını, ninesini, başka kocasından olan kızını veya
torununu asla nikahlayamaz. Karı koca arasındaki evlilik kalkmış olsa
bile...
Bir insan eğer bunlardan birine, helal olmadıkları halde
yaklaşmış olsa veya bunların bir uzvunu, harareti duyurmayacak bir engel
olmaksızın şehvetle tutsa veya öpse, bunun karısı kendisine ebedî olarak
haram olur. Buna "Hürmet-i Müsahere" denir.
60- Bir kadın da kendi kocasının babası ile veya başka
zevcesinden olan oğlu ile, torunu ile evlenemez. Bunların arasında da ebedî
bir hürmet vardır. Eğer aralarında helal olmayan bir yakınlık (temas) veya
şehvetli bir ilişki (dokunma) meydana gelse, bu zevce ebediyyen kocasına
haram olur.
61- Bir erkekle, kendi karısnın kız kardeşi, halası veya
teyzesi arasında geçici olarak bir hürmet vardır. O erkeğin zevcesi ile boşama
gibi bir sebeble nikah (zevciyet) kalkınca, iddet çıktıktan sonra bunlardan
herhangi birini nikahlayabilir.
62- Bir kimse, üvey annesi ile, kendi oğlunun veya
torununun karısı ile asla evlenemez. Nikah kalksa bile bu caiz olmaz. Bunlar
arasında da "Hürmeti müsahere" vardır. Eğer bir kimse oğlunun
veya torununu zevcesine veya babasının zevcesine gayr-i meşru ilişkide
bulunsa veya şehvetle dokunsa, bu kadın kocasına ebedî olarak haram olur.
63- Hısımlıktan doğan haramlık, meşru olmayan ilişki
ile de meydana gelir. Şöyle ki: Bir kimse, gayr-i meşru surette ilişki kurduğu
veya şehvetle tuttuğu veya öptüğü veya tenasül organına şehvetle baktığı
bir kadının neseb veya süt yönünden anasını, ninesini, kızını,
torununu asla alıp nikahlayamaz. Bunlarla kendisi arasında ebedî bir haramlık
bulunmuş olur. Bu yapmış olduğu haram işin bir nevi cezasıdır.
64- Bir müslüman başkasının nikahında veya iddetinde
bulunan bir kadını alamaz. Yine, bir müslüman Kitab Ehli denilen bir Yahudî
ve Hıristiyan kadınla evlenebilirse de, bir Mecusî veya putperest kadını
nikah edemez. Ancak kadın şirkini terk ederse, o zaman caiz olur.
Müslüman bir kadın ise, hiç bir gayr-i müslimle
evlenemez. Bu İslam dininde kesinlikle haramdır. Böyle bir durum, İslam şerefine,
İslam yararına, müslüman kadının selamet ve mutluluğuna aykırıdır.
65- Müslümanların karşılıklı olarak birbirleriyle ilişkilerinde
bir hürmet ve nezaket vardır. Bir müslüman, başkasının evine rızası
olmadan giremez. Başkasının evi içine, izni olmadan dışardan bakamaz. Sözleri
ile kimseyi rahatsız edemez.
Erkekler, göbekleri altından diz kapakları altına kadar
olan yerleri müstesna olmak üzere, birbirlerinin diğer bütün organlarına
bakabilirler.
66- Kadınların birbirlerine veya kocaları olmayan
erkeklere bakmaları da, erkeklerin birbirlerine bakmaları gibidir. Onun için
müslüman kadın, diğer bir kadının veya bir erkeğin göbeği altından diz
kapakları altına kadar olan kısmına bakamaz, diğer uzuvlarına bakabilir.
Ancak bir şehvet duygusu, kalben bir istek ve meyil bulunmamalıdır.
67- Bir erkek, kötü bir niyet olmaksızın yabancı olan
(kendisine nikah düşen) bir kadının yalnız yüzüne ve ellerine bakabilir.
Fakat kendisine ebedî olarak haram bulunan anasının, kızının ve teyzesi
gibi kimselerin yüzlerine, başlarına, göğüslerine, kulaklarına ve baldırlanna,
yine aralarında şehvet korkusu olmamak şartı ile bakabilir.
68- Erkekle zevcesi arasında özel durum olduğundan bunlar
şehvetle veya şehvetsiz olarak birbirlerinin bütün vücudlarına
bakabilirler. Yalnız cinsel organlara bakılmaması daha iyidir, edebe uygun
olan budur.
69- Bir doktor tedavisinde bulunan bir kadının hasta olan
herhangi bir organına zaruret mikdarı bakabilir. Fakat onun tedavisini bir kadına
öğreterek ona yaptırması daha uygundur.
İslâmda Kazancın (Kesbin) Önemi
70- İslamda kazanç (geçim sağlama) alanına atılmak, aslında
ilim gibi bütün müslümanlar için pek önemli bir görevdir. Bir hadis-i şerifde
şöyle buyurulmuştur:
"Çalışarak kazanç sağlama yollarını
aramak, müslüman olan her erkek ve kadın için bir farzdır."
Çünkü her müslüman, yükümlü olduğu görevleri kazanç
sayesinde yerine getirebilir. Bu görevlerin yapılması kuvvet ve sağlığa bağlıdır.
Kuvvet ile sağlık da gıdaya ve diğer ihtiyaçlara bağlıdır. Bunlar da
ancak kazançla sağlanabilirler. Onun için kazanç alanına atılmak önemli
bir görevdir, bir farzdır. Şöyle ki:
71- Herhangi bir müslüman kendi nefsini ve geçimleri üzerine
gerekli olan kimseleri geçindirmeye ve borçlarını ödemeye yetecek kadar
helaldan kazanmakla yükümlüdür, bu bir farzdır. Bir hadis-i şerifde
buyurulmuştur:
"Her müslüman üzerine helali aramak vacibdir."
72- Fakirlere yardım, düşkünlere iyilik etmek için
yetecek mikdardan fazla kazanç sağlamak memduhtur (iyidir). Böyle bir kazanç
nafile ibadetten daha faziletlidir. Çünkü bunun yararı başkalarına
dokunur.
73- Geniş bir dirliğe ermek ve fazla nimetlenmek için daha
fazla kazanç sağlamak mubahtır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:
"Salih (iyi ve dürüst) insan
için, yararlı mal ne güzeldir."
74- İnsanlara karşı büyüklenmek ve övünüp gururlanmak
için yapılan kazançlar haramdır. Helal yoldan kazanılmış olması fark
etmez. İnsanlara karşı serveti ve mevkii ile çalım satan kimseler ahirette
Yüce Allah'ın gazabına uğrayacaklardır.
Çeşitli Kazanç Yollarının Üstünlük Dereceleri
75- Çeşitli kazanç yolları vardır. Bunlardan en
faziletlisi, cihad yoludur. Sonra sırası ile ticaret, ziraat ve san'attır.
Bazılarına göre, ziraat ticaretten daha faziletlidir. Şöyle ki:
76- Müslümanlar için gerektiğinde cihada koşmak, İslamiyeti
yüceltmek, İslam yurdunu ve varlığını korumaya çalışmak farzdır. Bu
farz duruma göre genişler. Eli silah tutan müslümanların bir kısmına ve
yetişmezse hepsine yönelen bir farz olur. Bu uğurda düşman ile çarpışan
ve düşmanı sindiren İslam mücahidleri gazi ve ölenler de şehidlik rütbesini
kazanırlar.
Şehidlere ölü denilmesi doğru değildir. Onlar ebedî bir
hayata sahibdirler. Onlar Yüce Allah'ın manevî huzurunda rızıklanır
dururlar. Onun için şehidlik büyük bir rütbedir.
İşte bu cihad sonunda müslümanların galip gelerek mal
elde etmeleri, en faziletli bir kazançtır. Çünkü bu sayede İslam üstün kılınmış
olarak maddeye de sahib olunur. Bu mallar İslam devlet başkanı tarafından
bir ölçü içerisinde mücahidlere bölünür. Bu malları mücahidlerin
kendilerinin almaları, karışıklığa sebeb olacağı, diğer mücahidlerle
hazinenin haklarına aykırı düşeceği için helal değildir.
77- İslamda ticaret de pek önemli bir kazanç yoludur. Çünkü
ticaret cemiyetlerin yükselmesine ve mutluluğuna sebebdir. Bir hadis-i şerifde:
"Rızkın onda dokuzu ticarettedir."
buyurulmuştur.
Diğer bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur.
"Muamelesi doğru müslüman bir tacir,
peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle bir arada bulunur."
78- İslamda ziraat da pek önemli bir kazanç yoludur. Bunun
yararı çok geniştir. Ekincilik insanlarla beraber doğmuştur. Bununla ilk uğraşan
zat, Hazret-i Adem aleyhisselam'dır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:
"Rızkı yerin altında bulunan şeylerde arayınız."
Bu yüksek emir, hem ziraat, hem de madencilik için geçerlidir.
79- İslam'da san'at da, pek geçerli bir kazanç yoludur.
Birçok san'atlar vardır. Bunların bir kısmı cemiyet hayatı için
gereklidir. İnsan kendine, en yararlı ve seçkin san'atlardan birini seçmelidir.
Bir hadis-i şerifin anlamı şöyledir:
"San'at, fakirlikten koruyan bir güvencedir."
80- İslam'da dilenme aslında bir kazanç yolu değildir. Az
çok kazanabilmeye gücü yeten bir müslüman için dilenme haramdır. Müslüman
yüksek bir şerefe sahib olduğu için onun ruhu dilenmeye tenezzül etmez.
Ancak kazançtan tamamen aciz kalan bir kimse için dilenme gerekli olur. Böyle
aciz bir kimse, dilenmeyi bırakıp açlıktan ölecek olsa, günah işlemiş
olur. Çünkü kendisini tehlikeye atmış ve bir nevi intihar etmiş sayılır.
Bu durumda dilenmek bir mecburiyet olduğu için zillet sayılmaz. Bir hadis-i
şerifde buyurulmuştur:
"Dilenme, kulun en son kazancıdır."
81- Bir fakir dilenemeyecek durumda olursa, halini anlayan
her müslüman için ona bizzat yardım edip yedirmek veya başkasını vasıta
kılmak ve böylece onun hayatını kurtarmak farz olur. Bu farz yapılmazsa,
durumundan haberi olan müslümanlar günahta ortak olurlar. Şu da bilinmelidir
ki, bir günlük yiyeceği olan bir fakirin dilenmesi helal değildir.
Alış-Verişin Çeşitleri
ve Kâr (Kazanç) Mikdarı
82- Satış, "Malı malla değişmek" demektir. Bir
kimse, elindeki malını aza çoğa satabilir mi? Bu mesele açıklanmaya muhtaçtır.
Şöyle ki: Satış işlemi başlıca dört kısma ayrılır:
1) Bir malı maliyet fiyatına satmaktır. Buna "Tevliye"
denir ve caizdir. Bir satıcı, bazan elindeki malını hiç kâr gözetmeksizin
aldığı fiata satar. Bu kendi hakkıdır. Ancak burada gözetilecek şey,
maliyet fiatını doğru söylemektir. Değilse, satıcı Allah katında sorumlu
olur. Alıcı da, dilerse alış muamelesini bozdurur, dilerse fazla bedeli geri
alır.
2) Bir malı maliyetinden noksana satmaktır. Buna da, "Vazı'a"
denir. Burada da doğruyu söylemek gerekir. Burada alıcıya düşen ahlakî
bir görev vardır. Şöyle ki: Eğer malını böyle noksan fiyatla satmakta
olan kimse fakirse, onun zararına meydan vermemeli, o malı değeri ile satın
almalıdır. Bu bir yardım ve sadaka yerine geçer.
3) Bir mala masraflarını ilave ederek maliyetini çıkardıktan
sonra bir mikdar fazlası ile satmaktır. Buna da "Murabaha" denir.
Sermayenin ve masrafların hepsini tam olarak tayin eden bir tüccar, elindeki
malı az çok bir kârla satabilir, bu caizdir. Ancak alıcının o mala olan
ihtiyacından faydalanmaya kalkışmamalı, insafı elden bırakmamalıdır.
Aksi halde, böyle bir muamele kerahetten ve sorumluluktan kurtulmaz.
4) Bir malı, maliyetini söylemeksizin az çok istenilen bir
bedel karşılığında satmaktır. Buna da "Müsaveme" denir. Böyle
bir satış da caizdir. Hatta yalan söylemiş olmak ve sermayenin tayininde
hataya düşmüş olmak tehlikesinden kurtulmak için bu tür satış iyidir.
Ancak satıcı alıcıyı aldatırsa, onun piyasayı bilmemesinden faydalanarak
o malın başka bir yerde bulunamayacağını ve malın çok kıymetli olduğunu
söyleyerek aldatırsa ve böylece o malı Gabn-i Fahiş (aşırı aldanma) ile
satarsa bu yaptığı iş helal olmaz. Satıcı Allah katında sorumlu olur. Alıcı
da, böyle bir aldatmadan dolayı o malı geri verebilir.
Gabn-i fahiş (aşın aldanma), mal ve eşya cinsinden olan
bir şeyi değerinden yüzde yirmi fazlasıyle, hayvanı yüzde on fazlasıyla,
emlak ve akarı da yüzde beş fazlasıyla veya daha çoğa satmaktır. Fakat böyle
bir aldatma bulunmayınca yapılan satış muamelesi zorla bozulamaz.
İhtikârın Mahiyeti ve Hükümleri
83- İhtikarın lûgat anlamı, azalsın ve kıymetlensin
diye bir malı saklamaktır. Din deyiminde ise: "İnsanların ve evcil
hayvanların yiyecek ve içecekleri olan maddeleri ucuz yerlerden alıp kıymetleri
yükselsin diye kırk gün bekletmektir." Böyle yapan kimseye
"Muhtekir" denir.
İhtikarın kırk gün ile bağlanması, dünyaca yapılacak
ceza bakımındandır. Yoksa bir gün bile ihtikare meydan veren kimse günahkar
olup ahiret azabına hak kazanır.
84- Bir beldeye dışardan gelecek malları, şehirde serbest
satılmaması için şehir dışında karşılayarak satın almak da bir nevi
ihtikârdır.
85- İhtikâr, tarifinden de anlaşıldığı gibi, İmam
Azam'a göre yalnız yenecek ve içilecek maddelerde olur. Fakat İmam
Muhammed'e göre, elbiselik mallarda da ihtikâr olur. İmam Ebû Yusuf'a göre
de, topluma zarar veren her hangi bir maddede ihtikâr olur. Altın, gümüş,
demir ve diğer maddeler gibi...
86- İhtikarın hükümlerine gelince: Topluma zararlı olan
bir ihtikâr, tahrimen mekruhtur. Yüce Allah katında sorumluluğu gerektirir.
İihtikârın sonu iflastır. İhtikâr yapan, kendi adi
yararı için toplumu zarara ve sıkıntıya sokuyor. Bunun sonucu olarak da
toplumun hayatına kasdetmiş oluyor. Onun için yetkili idareci, ihtikâr
mallarını satmasına hüküm verebilir. Eğer satmaz da karşı çıkarsa,
uygun şekilde cezalandırılır ve o mallar ihtikârcının adına satılır.
87- İhtikar zamanında yetkili olan idareci eşyaya kıymet
koyabilir. Şöyle ki: İdareci veya yetkili kıldığı kimse, bir zaruret görülmedikçe,
ticaret mallarına kıymet biçemez. Bu durumda mallara "Fiat koymak"
mekruhtur. Çünkü ticaretin gelişmesine engel olabilir. Bir hadis-i şerifde
buyurulmuştur: "Gerçekte kıymet takdir buyuran, daraltan, genişleten
ve rızık veren Yüce Allah'dır." Fakat bu malların sahihleri aşırı
giderlerse ve böylece en az iki kat fiyatla satmaya başlarlarsa, idareci veya
yetkili kılacağı kimse, bu konuda bilgi sahiblerinin fikirlerini alarak
mallara fiyat koyabilir. Bunda bir sakınca yoktur. Hatta İmam Malik'e göre, kıtlık
yıllarında fiatları belirlemek, vali bulunan zat üzerine vacib olur; İsterse
fiatlarda bir aşırılık bulunmasın.
88- Bir kimse, kendi arazisinin ürünlerini hapsetmekle
ihtikâr yapmış sayılmaz. Çünkü bu ürünler kendisinin katıksız bir
hakkıdır. Buna toplumun hakkı girmez. Bir kimse, kendi arazisini ekmeyebilir.
Bunun için ürününü de satmayabilir. Ancak kıtlık ve pahalılık zamanını
beklediği için günaha girer. Çünkü müslümanlar için kötü bir niyette
bulunmuş olur.
89- Başka bir memleketten kendi memleketine getirmiş olduğu
bir malı hapseden kimse, İmam Azam'a göre ihtikâr yapmış sayılmaz. Çünkü
toplumun hakkı, bulundukları memleketten veya o memleketin çevresinden
toplanan mallarda olur. Bununla beraber dış memleketlerden getirilen malları
satmak müstahabdır. Bunları hapsetmekte kerahet bulunur.
İmam Ebû Yusuf'a göre, bu kimse de ihtikâr yapmış sayılır.
Bunun hakkında muhtekir işlemi uygulanır. İmam Muhammed'e göre ise, adete
uygun olarak dışardan getirilen malları hapsetmek (bekletmek) mekruhtur.
Fakat adete aykırı olarak pek uzak yerlerden getirilen malları bekletmek
mekruh değildir. Çünkü bunlarda toplumun hakkı bulunmaz.
Sonuç: İhtikârda hayır yoktur. Bu, şefkat ve merhamet
duygularına aykırıdır. İnsanlık ve hayırseverlik duygularına karşı
olduğundan bundan kaçınmalıdır.
Ribanın Mahiyeti ve Nevileri
90- Riba'nın lûgat anlamı ziyade demektir. Din deyiminde,
alış-verişlerde bir karşılık olmaksızın akidler arasında ziyade bir
mikdarı şart koymaktır. On dirhem gümüşü, on bir dirhem gümüş karşılığında
satmak gibi.
91- Riba, tartı ile satılan altın ve gümüş gibi
mallarla ölçekle satılan buğday, arpa, hurma, tuz, kuru üzüm gibi şeylerin
alış-verişinde olur.
(Malikîlere göre riba, yalnız altın ile gümüşte ve geçim
sağlanan erzakta olur. Şafîlere göre de, yalnız altın ve gümüşle,
yiyecek sayılan şeylerde olur.)
92- Riba, iki nevidir: Riba-i Fazl ve Riba-i
Nesîe. Riba-i Fazl, tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın kendi
cinsi karşılığında peşin olarak ziyadesi ile satılması şeklinde olur.
Onun için altın, gümüş, bakır, buğday, arpa ve tuz gibi bir madde, kendi
cinsi ile hemen değiştirilecek olsa, mikdarları birbirine eşit olması
gerekir. Birinin mikdarı biraz fazla olunca, bu bir riba olmuş olur. Bu fazlalık
haramdır. Allah yanında cezası pek büyüktür. Aynı cinsten olan bu iki kısım
eşyadan biri, sanat ve kıymet bakımından veya bir diğerinden iyi olma bakımından
farklı olsalar bile, yine riba olur.
Altın ile gümüş, sanat bakımından veya darb edilmiş
para haline geçmekle tartıya bağlı olmaktan çıkmazlar. Ağırlıkları ile
işlem görürler. Çünkü bunların tartıya bağlı olmaları dinin bir hükmüdür.
Misal: On gram altın, yine on gram altın karşılığında peşin olarak satılır.
On bir gram karşılığında satılamaz. Bu bir gram fazlalık riba olur.
Yine, on kile buğday, on kile buğday karşılığında peşin
olarak satılabilir. Fakat dokuz veya on bir kile karşılığında satılamaz.
Ziyade olan mikdar ribadır.
93- Riba-i Fazl'den kurtulmak için, bir cinsten olan riba
ile ilgili mallardan her birini ya tamamen veya kısmen kendi cinslerinden başkası
ile değiştirmelidir.
Misal: On gram altın, yüz gram gümüş karşılığında
ve on kile buğday, on beş kile arpa karşığında peşin olarak satılmalıdır.
Yine on gram altın, dokuz gram altın ile bir mikdar gümüş ağırlığı karşılığında
veya on kile buğday, beş kile buğday ile sekiz kile arpa karşılığında peşin
olarak değiştirilebilir.
94- Riba-i Nesîe'ye gelince: Bu da tartılan ve ölçülen
şeyleri, birbiri karşılığında veresiye olarak değiştirmektir. Mikdarları
eşit olsa bile, haramdır.
Örnek: On gram gümüş, bu ağırlıktaki gümüş para karşılığında
veresiye olarak satılamaz. Çünkü bunların cinsleri ve mikdarları birdir.
Biri peşin, diğeri veresiyedir. Bu şekilde aralarında bir fark vardır. Onun
için bu bir riba işlemidir ve günahtır.
Yine, eldeki bir kile buğday ile sonradan harman zamanında
verilecek bir kile buğday satın alınamaz. Bunlar iyi veya düşük cins olma
bakımından farklı olsalar da yine ribadır. Çünkü cinsleri ve mikdarları
aynıdır. Böyle olmakla beraber biri peşin, diğeri veresiyedir. Veresiye
ise, peşine karşılık olamaz. Arada bir fazlalık bulunmuş olur.
95- Tartıya bağlı olan şeyler, cinsleri değişik olsa
da, birbirleri ile veresiye olarak değiştirilemezler. Şu kadar kilo demir karşılığında,
o kadar kilo bakır veresiye olarak satılamaz. Çünkü bunlar ağırlığa bağlı
olmak bakımından birdirler.
Yine, şu kadar kile buğday o kadar kile arpa karşılığında
veya tuz karşılığında veresiye olarak satılamaz. Çünkü bunlar ölçeğe
bağlıdır. Bu esastan yalnız nakid para müstesnadır. Şöyle ki:
Nakid paralar karşılığında, nakid cinsinden olmayan tartılır
ve ölçülür şeyler peşin olarak alınabileceği gibi, veresiye olarak da alınabilir.
Çünkü alış-veriş için buna ihtiyaç vardır.
İstikraz (Ödünç Alma) Meseleleri
96- İstikraz (borç alıp verme) muamelesi, altın ve gümüş
gibi yalnız misliyat denilen tartılır şeylerde, ölçeğe bağlı buğday ve
arpa gibi şeylerde ve taneleri arasında kıymet değiştirecek derecede fark
bulunmayan yumurta ve ceviz gibi sayıya bağlı şeylerde olur. Hayvanlarda ve
kumaş gibi değere bağlı şeylerde olmaz.
97- Gerek altından ve gümüşten ve diğer maddelerden olan
nakid paralar, gerekse diğer tartılan veya ölçülen şeyler, sonradan yalnız
misilleri alınmak üzere borç olarak alınıp verilebilir. Buna "Karz-ı
Hasen" denilir. Sosyal bir yardım olduğundan büyük bir sevabdır. Fakat
bunun karşılığında fazla bir şey verilmesi şart kılınırsa, bu bir faiz
olur ki, riba hükmündedir. Borç verenin bir veya birkaç kişi olması arasında
bir fark yoktur.
98- Borç alınan şeyler, sonradan kendi misilleri ile ödenir.
Borç alınan bir altın para, yine aynı bir altın para olarak ödendiği
gibi, bir altın para ile bir mikdar buğday, yine fazlalık yapmaksızın aynı
altın para ve aynı ölçek buğdayla ziyade yapmaksızın ödenir. Ancak borç
alınan para, geçer kağıt para iken sonradan piyasada bulunmasa veya geçmez
bir hale gelse, kabul edilen fetvaya göre, son geçerli olduğu tarihteki kıymeti
ile ödenir.
99- Bir kimse, borç verdiği para ve başka şeylerin tamamını
veya bir kısmını borçlusuna bağışlayabilir. Borç alanda, arada bir şart
olmaksızın alacaklı olan kimseye hediye verebilir.
Sonuç: İstikraz işlemlerinde iki taraftan birine şart kılınan
bir menfaat helal değilse de, şart koşulmayan bir menfaat helaldir. Onun için
bir borçlu, borcunu ödemekle beraber kendiliğinden, bir adet olmayarak, bir
mikdar fazla verse, bu helal olur.
100- Bir kimsenin bir parayı, başka bir yerde bulunan bir
adama ödemek şartı ile borç alması mekruhtur. Fakat böyle bir parayı
aralarında bir şart bulunmaksızın, borç verenin izni ile, başka bir yerde
bulunan bir adama götürüp vermesi mekruh değildir. Hatta böyle bir şart ve
adet bulunmaksızın, biraz da fazla vermesinde bir haramlık yoktur. Bu, bir bağış
olur.
101- Bir kimsenin bir adama, her ay veya her yıl belli bir
mikdar ödemek üzere para vermesi caiz değildir. Verilen bu ödünç paraya
karşı alınan fazla paralar riba olmuş olur. Fakat belli bir parayı muayyen
işte kullanıp elde edilecek kârından belli bir nisbette, üçte bir veya dörtte
bir gibi, vermesi şartı ile para verilmesi caizdir. Çünkü bu bir ticaret
ortaklığı işlemidir. Bu durumda o kimsenin zarara da sermayesi nisbetinde
ortak olması gerekir.
102- Komşular arasında ekmekler, ister sayı ile ve ister
tartı ile borç alınıp verilebilir. Bu husustaki işlem bir kolaylık ve
zaruret esasına bağlıdır. Bu, İmam Muhammed'in görüşüdür ve fetva da
buna göredir.
103- Faizin dinde yasak olmasının birçok hikmetleri vardır.
Önce, muhtaç bir kimseye verilen bir paradan, daha sonra fazla bir şey alınması
sosyal yardımlaşma görevine aykırıdır. Sonra bir paranın bu şekilde artırılması,
çok kere insanın çalışma gayretini azaltır. Onu tenbelliğe sevkedebilir.
Bununla beraber borç alınan paradan borç alanın bir kazanç elde edip
etmeyeceği kesin değildir. Bir ihtimalden ibarettir. Çok kere alınan borç
paralar boşuna harcanarak karşılığında birçok zararlara katlanmak
gerekir. Rehin verilen nice kıymetli malların bu yüzden hiç bahasına elden
çıktığı daima görülür. Oysa ki, verilecek fazla mikdar belli ve
kesindir. Onun için düşünülen bir kazanç, kesin ve belli olan bir mala karşı
tutulamaz.
Aslında kesin bir lüzum görülmedikçe, borç alınmamalıdır.
Borç huzuru ve rahatı kaçırır, hürriyeti kısıtlar. Borç verecek durumda
olanlar da, ellerinden gelen yardımı muhtaçlardan esirgememelidirler. Sadece
Allah rızası için "Karz-ı Hasen" sureti ile borç verip mükafatını
Allah'dan beklemelidir. Yerinde olarak verilen borç para, sadaka vermekten daha
faziletlidir. Bununla beraber borç alacak olanlar da, güvenilir ve sözünde
durur, ilk fırsatta borcunu öder kimselerden olmalıdırlar. Bu gibi iyi
duygulardan yoksun olmak, yardımlaşma görevini de bozar.
İslâmda Yapılması Yasak Şeyler
104-
Ferdlerin ve cemiyetlerin selametine, selamet ve mutluluğuna aykırı olan şeyler,
İslam dininde yasaktır, haramdır. Bunların yapılması, hem dünyaca, hem,
de ahiretçe sorumluluğu gerektirir. Bunlara: "Günah, masiyet, ism"
denir.
105- Günah olan şeyleri bizzat yapmak caiz olmadığı
gibi, o gibi şeylere razı olmak ve bir zorlama olmadıkça yardım etmek de
caiz değildir. Misal: Bir kimse, bir eşya çalamaz, bu haramdır, cezayı
gerektirir. Bir kimse bir şeyin çalınmasına razı da olamaz, ona yardım da
edemez. Bu da haramdır, yasaktır.
106- Günah olan şeylere razı olmak veya yardım etmek,
yerine göre ya haram, ya da mekruh olur. Bu, dinde bir esastır. Bunun üzerine
çeşitli binlerce mesele bina edilebilir.
Misal: Bir kimse, herhangi bir haksızlığı geçerli kılmak
için bir kimseden bir mal alamaz. Bu rüşvettir, haramdır. Onun için bir
haksızlığı geçerli kılmak için bir insan bir mal veremez ve böyle bir
malın verilmesine aracı da olamaz. Bunlar da haramdır, yasaktır. Çünkü böyle
alınması yasak olan bir şeyin, verilmesi de, verilmesine aracı olunması da
haramdır, yasaktır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuşlur: "Yüce
Allah rüşvet alana da, rüşvet verene de, bunların arasında rüşvete aracı
olana da lânet etsin."
107- Bir kimse, murisinin (miras bırakanının) gayr-i
meşru bir sebeble elde etmiş olduğu malından veraset hissesi almamalıdır,
iyi olan budur. Bu bir takva ve zühd faziletidir. Böyle bir hisseyi almak,
helal olmayan bir harekete razı olmak demektir.
Bunun için insan helal olan hisse ile yetinmeli. O malın
asli sahibi biliniyorsa, ona geri verilmelidir. Bilinmiyorsa, fakirlere sadaka
olarak dağıtılmalıdır. Çünkü böyle kötü bir maldan kurtulmanın çaresi,
sahibine çevrilme imkanı olmayınca sadaka olarak vermektir.
108- Alacağı bir gıda maddesini haram hale getireceği
veya alacağı genç bir köleye fena muamelede bulunacağı veya satın alacağı
silahı kötülükte kullanacağı anlaşılan bir kimseye bunları satmamalıdır.
Bu satış tenzihen mekruhtur.
Yenip İçilmesi Helâl Olan ve Olmayan Şeyler
109-
Eşyada yenip içilme bakımından asıl olan mubah olmaktır. Bütün eşya,
aslında insanların yararlanmaları için yaratılmıştır. Onun için aslında
temiz olan, akla ve sağlığa zararlı olmayan bir kısım hayvan elleri ve buğday,
arpa, pirinç gibi ürünler, sebzeler, meyveler ve sıvılar helaldir. Bunlar
yenip içilebilir.
Fakat bazı şeyleri yeyip içmek, insanlara zararlı, hikmet
ve ihtiyaca aykırı olduğu için İslam dininde haramdır.
110-
Hayvanlardan yaratılış gereği iğrenç olanların, dişleri veya tırnakları
ile kendilerini savunup başkalarına saldıranların etleri haramdır. (Eti
Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar bölümüne bakılsın.)
111- Bitkilerden insanı öldüren veya aklını gideren, vücudu
zehirleyen veya herhangi bir şekilde sağlığa zararlı olan şeyleri yemek
haramdır.
Misal: Afyon, haşhaş, penç gibi sarhoşluk veren ve aklı
bozan şeyleri yemek caiz değildir. Bunlardan sarhoş olanlar için, İslam
ahkamına göre, tazir cezası gerekir. Tazir ise, yetkili hakim tarafından
uygulanacak hapis, döğme, azarlama ve uyarı gibi cezalardır.
112- Sıvılardan bedene zararlı olan, insana sarhoşluk
veren şeyleri içmek haramdır. Çünkü sarhoşluk veren bir sıvının azı
da, çoğu da müctehidlerin çoğunluğuna göre haramdır. Bir hadis-i şerifde
buyurulmuşlur.
"Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da
haramdır."
Bu gibi sıvıların içilmesindeki zararlar, herkes tarafından
bilinmektedir. Bu içkilerin cemiyet bünyesinde açtığı yaralar çok acıdır.
Bunların ahiretteki sorumlulukları ise çok daha büyüktür. Hele hamr (şarab)
denilen içkinin bir damlasını bile içmek ittifakla haram olup dinde had
denilen cezayı gerektirir.
Sonuç; Bu pek zararlı olan şeylerden kaçınmalıdır.
Bunlardan kaçınmak, gerek ferdler, gerekse cemiyet için selamettir.
113- Temiz olan içilecek bir sıvı, bedene zarar verecek
bir hale gelmedikçe bozulması ile haram olmaz. Fakat etler kokunca yenmesi
haram olur. Süt, tereyağı, zeytinyağı kokmakla haram olmaz. Yiyeceklere
gelince, bunlar bozulurda keskinleşirse temizliklerini yitirir. Onun için
yenmeleri haram olur.
114- Hamamların ve benzeri yerlerin pis sularını sebze bahçelerine
akıtmak mekruhtur. Fakat bu gibi pis sularla sulanan bostanların sebzelerini
yemek haram değildir. Birçok alimlere göre, mekruh da değildir.
İnsan pisliğini satmak mekruhtur; fakat başka maddelerle
karıştırılmış olan pislikleri ve herhangi bir hayvan gübresini satmak
mekruh değildir.
115- Pâk olmayan, kokmuş et gibi şeyleri yiyebilecek olan
hayvanlara yedirmek caiz değildir.
116- İçine temiz olmayan bir şey düşen veya akıtılan
belli bir ölçüdeki sıvı temizliğini kaybederek içilmesi haram olur. Belli
bir ölçünün üstünde bulunan geniş havuzlarda da, içine düşen pisliğin
tad, koku ve renginden biri kendini gösterirse yine temiz olmaktan çıkar. Artık
içilmesi haram olur. (İkinci Kitaba bakılsın.)
117- Yukarda haram oldukları yazılan şeyler zatları bakımından
haram (haram liaynihi) dir. Bir de başka bir sebeble haram olan (haram
ligayrihi) şeyler vardır ki, onlar da başkalarına ait olan mallardır. Şöyle
ki: Başkasının malını rızası olmaksızın haksız yere almak haramdır.
Aksi halde mal hürriyeti kalmaz, insanların mülkiyet ve tasarruf haklarına
sahib olarak cemiyetle yaşanmaz.
118- Bir baba, muhtaç olmadıkça, yaratılışta kötü
davranışlı olan evladının malını kendi kendine yiyemez. Fakat bir ihtiyaç
bulunmasa bile, iyi olan evladının malını alıp yiyebilir.
Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:
"Sen de, senin malın da babanındır."
119- Tedavi için temiz olan ilaçları yiyip içmek ve
kullanmak caizdir. Çünkü Peygamber Efendimiz buyurmuştur:
"Ey Allah'ın kulları! Tedavi olunuz;
çünkü Yüce Allah yarattığı her hastalık için bir deva (ilaç)
yaratmıştır. Yalnız bir tane müstesnadır ki, o da ihtiyarlıktır."
Onun için birçok hastalıklar tedavi sebebiyle giderilir.
Allah'ın düzeni böyle devam edegelmiştir. Bununla beraber şifayı ilaçtan
değil, yüce Allah'dan bilmelidir.
120- Helal ve temiz olmayan şeylerle tedavide bulunmak esas
olarak caiz değildir. Ancak bazı fıkıh alimlerine göre, başka bir ilaç
bulunmayınca müslüman ve ehliyet sahibi bir doktorun göstereceği lüzum üzerine
caiz olabilir. Şöyle ki:
Bir hastalığın veya bir hastalığa sürükleyecek bir
halsizliğin tedavisi için mubah (helal) bir ilaç bulunmazsa böyle bir
doktorun "şifa ümidi vardır" diye tavsiyesi üzerine, aslında
haram olan bir şeyle zaruret mikdarı tedavi caiz olur.
Fakat yalnız görünüşle yararı olan semizleme gibi bir
şey için böyle bir ilacı kullanmak caiz değildir. Bunda tedavi mahiyeti
yoktur. Onun için bunun haram olduğunda ittifak vardır.
Görülen lüzum üzerine, bir organında ameliyat yapılacak
olan bir kimseye, aklını giderecek temiz bir ilaç içirilmesinde bir sakınca
görülmemekledir.
Yiyip İçme Mikdarı ve Bunların Edebleri
121- Ölmeyecek
kadar yiyip içmek farzdır. Çünkü böyle bir yemekle insan oruç tutmaya ve
ayakta namaz kılmaya güç kazanabilir. Öyle ki, insan canını helak olmaktan
kurtaramayacak kadar helal bir şey bulamazsa, haram olan bir şeyden ölmeyecek
kadar yiyebilir. Yine, boğazında kalan bir lokmayı gidermek için başka bir
su bulamayınca, yeteri kadar haram bir içkiden içebilir. Fakat fazlasını
yiyip içemez. Çünkü zaruretler, kendi mikdarlarına göre değerlendirilir.
122- Bir insan kuvvetlenmek ve kuvvetini artırmak için
doyuncaya kadar yiyip içebilir, bu mubahtır. Bundan daha çok yiyip içmek
haramdır. Bunun ölçüsü, mideyi bozacağına üstün kanaat hasıl olacağı
mikdardır. Bununla beraber ikram için veya ertesi gün tutacağı oruca kuvvet
kazanmak için biraz fazla yiyip içmekle bir sakınca yoktur.
123- Misafir için veya her birinden bir mikdar yemek
suretiyle ihtiyaca yetecek şekilde gıda alabilmek için, sofrada çeşitli
yemek bulunmasında bir sakınca yoktur. Bununla beraber gereğinden fazlası
israf sayılacağından uygun olmaz.
Sofrada çeşitli yemişlerin bulunmasında da bir sakınca
yoktur. Fakat yapılmaması daha iyidir. Fazla çeşitli şeyler mideyi
bozabilir.
Sonuç: Mubah olan şeyleri bir gerek olmaksızın çoğaltmak
da israf sayılır, bundan kaçınılmalıdır. Sofra üzerinde gereğinden
fazla ekmek bulundurmak da böyledir.
124- Ayakta su içilmemesi daha iyidir. Fakat yürürken su içilmesi
zararlı olduğundan uygun olmaz. Suyu bir nefeste içmek sağlık bakımından
zararlı görülmektedir.
125- Farz olan ibadetleri yapamayacak şekilde yiyip içmeyi
azatıp riyazette bulunmak caiz değildir. Fakat orta bir şekilde yapılacak
bir riyazet mubahtır.
126- Yiyip içmenin edeblerine gelince: Yemekten önce ve
sonra eller yıkanmalıdır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: "Yemekten
önce el yıkamak bir hasenedir. Yemekten sonru ise iki hasenedir, iki kat
sevabdır."
127- Cünüb olan erkekler ve kadınlar için, ellerini ve ağızlarını
yıkamadan yiyip içmek mekruhtur. Adet görmekte olan kadınların da yemekten
önce ellerini ve ağızlarını yıkamaları iyidir.
128- Yemeklerin başında "Besmele" okumalı,
sonunda da "Elhamdülillah" demelidir. Bu nimeti bize
veren, bu nimetten yararlanma kuvvetini bize ihsan eden merhameti geniş ve
ikramı bol olan Allah'ımıza bu sebeble hamd ederek şükretmelidir. Yemeğin
başında Besmele unululursa, hatırlanınca "Bismillâhi alâ
evvelihi ve ahirihi" denilmelidir.
129- Yemeğe başlarken, Besmeleyi sofra başında bulunanların
işitebileceği şekilde okumalıdır. Bu bir uyarma ve hatırlatma olur. Fakat
yemek sonunda işililecek bir sesle "Elhamdülillah"
denilmesi uygun değildir. Ancak sofradakilerin hepsi yemeklerini tamamlamış
ise söylenir.
130- Yemeklere az bir tuzla başlamak ve tuz ile tamamlamak
yararlıdır, sünnettir. Ekmek parçalarına hürmet etmeli, bunların üzerine
bir eşya koymamalı, bunlara parmakları, ağzı ve bıçakları silip atmamalıdır.
Yemekler pek sıcak olarak yenmemelidir. Yemekler koklanmamalı, yemeklere ve
sulara üflenmemelidir. Bunları yapmak edebe aykırıdır.
131- Yemek yerken konuşulmaması mekruhtur. Yemek yerken iyi
kimselerin hallerini anlatmalıdır. Güzel bir şekilde konuşmalıdır. Hele
misafirlerin yanında ev sahibinin susması hiç doğru değildir. Ev sahibi
misafirlerin yanından ayrılmamalı, bizzat onlara hizmet gayretinde bulunmalı
ve hizmetçisini misafirlerin yanında azarlamamalıdır. Yemek arasında ısrar
etmeksizin "buyurunuz" demekle yetinmelidir. Böyle davranmak müstahabdır.
132- Ev sahibi, misafırlerine ağırlık verecek olan
kimseleri, misafirlerle beraber bulundurmamalıdır. Misafirlerde, ev sahibinin
rızası bilinmedikçe başkalarını beraberlerinde davete getirmemelidirler.
Ziyafetten sonra ev sahibinden izin istemeden ve "Allah'a ısmarladık,
Allah'a emanet olunuz" gibi sözler söylemeden çıkıp gitmemelidirler.
Giyilmesi ve Kullanılması Gerekli ve Caiz Olup Olmayan Şeyler
133- Her müslüman için avret yerlerini örtecek şekilde sıcaktan
ve soğuktan korunacak kadar elbise giymek farzdır. Bu elbiselerin etekleri,
erkeklerde bacakların yarısına kadar, kadınlarda ayaklarının yüzlerine
kadar uzamalı, kollar da parmak uclarına kadar uzun bulunmalıdır.
Erkeklerin elbisesi kırmızı veya sarı olmamalı, siyah
veya beyaz renkte olmalıdır. Bu renkler müstahabdır. Yeşil renk de sünnete
uygundur.
134- Elbise ne çok yüksek, ne de çok bayağı olmalı,
orta derecede bulunmalıdır. Çünkü her şeyin hayırlısı orta halde olanıdır.
Bununla beraber Yüce Allah'ın verdiği nimeti gösterip şükretmek için süs
olarak yeterinden fazla elbise edinmek müstahabdır. Peygamber Efendimiz
buyurmuştur:
"Allah sana ihsan edip nimet verdiği gibi,
sen de nefsine ikramda bulun."
Diğer bir hadis-i şerif'de şöyle buyurulmuştur:
"Şüphe yok ki Yüce Allah nimetinin
eserini kulunun üzerinde görmeyi sever."
135- Cuma ve bayram günlerinde, toplantılarda iyi ve güzel
elbise giymek mubahtır. Fakat böyle elbiselerle daima bezenip durmak uygun değildir.
Bu bir gurur eseri olur ve çok kere muhtaç durumda olanların kinini çeker. Böbürlenmek
ve büyüklenmek için elbise giymek ise mekruhtur.
136- Büyüklenmek maksadı ile yapılan her şey mekruhtur.
İnsaniyete yakışmaz. Onun için başkalarına karşı böbürlenmek ve zorba
kılığına girmek maksadı ile pek kıymetli elbiseler giyilmesi ve pek yüksek
binalar yaptırılması mekruhtur. Hele böyle bir davranış israf derecesine
varırsa harama dönmüş olur. Aklı kemal üzere olan kimse, yalnız
gururlanmak için ve yalnız gösteriş için israfa düşmez. Parasını boş
şeylere harcayarak tutuma ve tedbire aykırı hareket etmez. Başkalarına kötü
örnek olacak şekilde, cemiyet hayatında gedikler açılmasına sebebiyet
vermez.
137- Fakirlerin veya geçimleri orta halde olanların büyük
zenginleri taklid ederek israfa düşmeleri caiz değildir. Bu çok acınacak
bir haldir. Bir zengin için giyilmesi mubah olan bir elbise, bir fakir için
mekruhtur, hatta haram olabilir. Herkes haline ve servetine göre hareket
etmeli, takdire rıza göstermelidir. Din ölçüleri içinde hayatını düzenlemeye
çalışmalıdır.
138- İpek kumaşlardan elbise giymek kadınlar için
caizdir; erkekler için caiz değildir. Beden ile elbise arasında bir engel
bulunsun veya bulunmasın eşittir. Fakat yalnız uzatma iplikleri ipek olan
veya üzerinde dört parmak eninde ipek işlemeler, saçaklar ve kenarlar
bulunan kumaşlardan elbise giymek erkekler için de caizdir. Bir de erkeklerin
savaş halinde ipekli elbise giymeleri, iki İmam'a göre caizdir. Bu gibi
elbiseler mücahidleri düşmana karşı heybetli gösterir ve kılıç
darbelerine karşı dayanıklı bulunur.
139- Erkekler için ipek kumaşlar ve ipek takkeler
mekruhtur. Erkek çocuklara da, ipekli ve altın sırmalı kumaşlar giydirmek
kerahetten kurtulmaz. Fakat bir erkek ağrıyan gözüne ipekli bir mendil bağlayabilir,
bunda bir sakınca yoktur.
140- İpekli eşyadan başka bir şekilde yararlanılabilir.
İbrişimden dokunmuş bir seccade üzerinde namaz kılınabilir, bunda bir
kerahet yoktur. Yine evin iç kısmını ipekli kumaşlarla süslemek de
caizdir. Fakat bunlar bir övünme için olmamalıdır.
Yüzleri ipek kumaştan yapılan minderler üzerine oturmak
ve böyle yataklarda yatmak da İmamı Azam'a göre helaldir.
141- Üzerinde "Maşallah" veya "Elhamdülillah"
gibi bir yazı işlenmiş bir seccadeyi veya herhangi bir döşemeyi yere sermek
mekruhtur. Yazıların araları açılmış ve bazı harflerin üzerine örgü
örülmüş olsa bile fark etmez, keraheti vardır. Çünkü tek başına yazılan
harflere de saygı göstermek gerekir. Harflerdeki bitişikliği kaldırmak
keraheti gidermez.
142- Altın-gümüş ve diğer mücevherat ile kadınların süslenmeleri
caizdir. Erkekler ancak süs maksadı olmaksızın gümüşten halkalı mühür
kullanabilirler. Süs için olsa bile, gümüşlü kemer, altın yaldızlı ve işlemeli
kılıç kullanabilirler. Fakat altından, demirden, tunçtan, şişeden ve taştan
halkalı mühür kullanamazlar; bu haramdır.
Mühürde kaşa değil, halkaya itibar edilir. Mühürün kaşı
taştan akîkden, yakuttan ve diğer şeylerden olabilir. Ancak ihtiyaç olmadıkça
mühür kullanılmaması daha iyidir.
143- Yalnız süs maksadı ile evlerde altın ve gümüş
kaplar, tabla ve benzeri şeyler bulundurmak caizdir. Fakat altın ve gümüş
kaplardan yemek yenmesi, su içilmesi, yağlanılması ve koku sürünülmesi
hem erkeklere, hem de kadınlara mekruhtur. Gümüş veya altın çatal-kaşıkla
yemek yenmesi de böyledir. Gümüş veya altın kalem veya hokka kullanmak da
kerahetten boş değildir. Ancak altın veya gümüş bir kap içinde bulunan
bir yiyeceği başka bir kaba aktararak sonra yemek, içmek ve kullanmakla bir
kerahet yoktur.
Yine gümüşle süslenmiş kaplardan su içilmesi de mekruh
değildir. Yeter ki gümüşlü tarafı ağza alınmasın.
144- Kalaylanmamış bakır ve tunç kaplardan yemek yenmesi
mekruhtur. En iyi olan porselen cinsi kaplardır. Şişeden, billurdan ve akîkden
yapılmış kapların kullanılmasında bir kerahet yoktur. Bunların
temizlenmesi kolaydır. Bunlar, sağlık yönünden madenî kaplardan daha
iyidirler.
145- Sallanan bir dişi gümüş bir tel ile bağlamak
caizdir. Fakat altın bir tel ile bağlamak, İmamı Azam'a göre caiz değildir.
İmam Muhammed'e göre, her ikisi ile de bağlamak caizdir, bunda bir kerahet
yoktur. Bir rivayete göre, İmam Ebû Yusuf'un içtihadı da böyledir.
Yine, çıkan bir dişi yerine koyarak gümüş veya altın
bir tel ile bağlamak, İmamı Azam'dan bir rivayete göre mekruhtur, çünkü
bu diş ölünün dişi hükmündedir. Bunun yerine besmele ile boğazlanmış
bir koyunun dişi gümüş bir tel ile bağlanabilir. Bunun yerine gümüşten
bir diş de edinilebilir.
Fakat İmam Ebû Yusuf'a göre, çıkan bir dişi yerine
koyarak gümüş veya altın bir tel ile bağlamakta veya onun yerine gümüşten
bir diş edinilmesinde bir sakınca yoktur. Çıkan bir dişin yerine konulmasına
İmamı Azam'ın da katıldığı, İmam Ebû Yusuf'dan rivayet edilmiştir. İmam
Muhammed'e göre ise, çıkan dişin yerine gümüşten de, altından da diş
konulabilir.
Düşmüş veya kesilmiş bir burun yerine altından burun
yapılabilir. Fena kokacağı için gümüşten yapılmaz.
146- Nazar değmesin diye, çocukların elbisesine boncuk işlenmesi
ve nazarlıklar takılması caiz değildir. Bunlar cahiliyet devrine ait
adetlerdir.
Fakat ekin tarlalannda ve bostanlarda birer değnek üzerine
hayvan kafası takılmasında bir sakınca yoktur. Bunlar hem birer korkuluktur,
bazı zararlı kuş ve hayvanların buralara sokulmasına engel olur, hem de göz
değmemesine sebeb olabilir. Çünkü göz değmesi, çok kez olagelen bir
afettir. İnsana da, hayvana da, mala da değebilir. Onun için tarlaya ve
bostana bakacak kimselerin gözleri, önce bu yüksek korkuluklara değer. Artık
ondan sonra ekin ve diğer şeylere dokunmasında bir zarar kalmayabilir.
147- Nazardan (göz değmesinden) Yüce Allah'a sığınmalıdır.
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur: "Bir
kimsenin kendisinin veya kardeşinin bir şeyi hoşuna giderse, bereketle ona
dua etsin çünkü göz değmesi hakdır."
Bereketle dua ise şöyle yapılır:
"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah ne yücedir!
Allah'ım, buna bereket ver."
Bizlerce: "Maşallah Tebarekallah"
denilmesi adet olmuştur. Bir hadis-i şerifde de: "Her kim hoşuna
giden bir şeyi görünce, "Maşallah lâ kuvvete illâ billâh"
derse, ona göz zarar vermez" diye buyurulmuştur.
Lukataların (Buluntu Malların) Mahiyeti ve Hükümleri
148- Bir yerde bulunan ve sahibi bilinmeyen yitik bir mala
"Lukata" denir. Bunu o yerden alıp kaldırmaya "İltikat"
ve bunu kaldırıp alan kimseye de "Mültakıt" denir.
Başkalarının rızası olmaksızın mallarını haksız
yere almak haram olduğu gibi, yitik malları alıp benimsemek de haramdır.
149- Bir kimse bir yerde yitik bir mikdar para veya eşya
bulsa, bunu sahibine vermek üzere, oradan alıp kaldırabilir. Fakat kendisi için
alıp kaldıramaz. Bu bir hırsızlık sayılır.
150- Yitik eşyayı alıp kaldırmakta şu hükümler vardır:
1) Görüldüğü yerde alınmayıp bırakıldığı zaman
zayi olmasından korkulmayan bir yitiği alıp kaldırmak mubahtır.
2) Alınmayıp bırakıldığı takdirde zayi olmak ihtimali
bulunan bir yitiği almak ve sahibi için saklamak mendubdur.
3) Zayi olacağı anlaşılan bir yitiği almak ve saklamak
vacibdir.
4) Herhangi bir yitiği sahibine vermeyip kendisine mal
edinmek maksadı ile almak haramdır.
151- Bir kimse, bir yitiği bulunca bunu sahibine vermek üzere
aldığına başkasını şahid tutar, sonra sahibi çıkınca, kendisine ait
olduğunu isbat edince malı ona teslim eder. Sahibine verilmek üzere şahitlik
huzuruna alınıp saklanan bir yitik, onu bulanın yanında bir kusuru olmaksızın
zayi olsa, sahibine bedelini ödemesi gerekmez.
152- Yitikleri hükümete teslim etmek de caizdir. Hele
gayrimüslimlere ait olduğu anlaşılan yitikler, devlet hazinesine konmalıdır.
Sahipleri çıkarsa, aynen kendilerine verilir, eğer satılmışlarsa,
bedelleri ödenir. Sahibleri çıkmazsa, toplumun ihtiyaçlarına harcanır.
153- Yitiği bulan, kendisindeki yitiği uygun bir şekilde
ilan eder ve yitiğin kıymetine göre uygun bir müddet bekler. Sahibi çıkmazsa
onu fakirlere sadaka olarak verir. Onu bulan fakir ise, bundan faydalanabilir.
Fakat sonradan sahibi çıkarsa bedelini borçlanır.
Sahibinin aramayacağı anlaşılan pek az şeyler ise, bir müddet
beklemeye gerek yoktur. Bir kuruş, bir meyve, adi bir mendil gibi...
154- Yollarda, bostanlarda, ağaçların altlarında bulunan
başaklarla meyveler hakkına da yitik hükümleri uygulanır. Bu konuyu açıklamak
gerekir. Şöyle ki: Yazın şehirlerde ağaçların altlarına dökülen
meyveler, açık olarak veya adeta bağlı olarak herkesin faydalanmasına bırakılmışsa,
bunlar alınıp yenilebilir; değilse, yenilemez, haramdır.
Şehirlerde bahçe ve bostan içinde bulunan meyveler, ceviz
gibi bozulmayıp kalabilecek şeylerden, sahiblerinin açık izni bulunmadıkça
yenmez. Çabuk bozulacak şeylerden ise, sahih görülen görüşe göre, açıkça
veya adet bakımından yasaklık yoksa alınıp yenebilir. Diğer bir görüşe
göre de, sahiblerinin rızaları bilinmedikçe alınıp yenmez.
Bu durum köylerde olunca bakılır: Eğer meyveler bozulmayıp
kalabilecek şeylerden ise, sahiblerinin izinleri bilinmedikçe, onlar alınıp
yenmez. Fakat bozulacak şeylerden olurlarsa, sahih görüşe göre, yasaklandığı
bilinmedikçe (ortaya çıkmadıkça) alınıp yenebilir.
Ağaç üzerinde bulunan meyvalara gelince, bunlar her nerede
bulunurlarsa bulunsun, sahiblerinin izinleri bulunmadıkça, iyi olan alınıp
yenmemesidir. Ancak çok bol olurda, yenmesi sahiblerine ağır gelmezse,
yenilebilir. Bu durumda o meyvalardan bir mikdar alınıp orada yenebilir. Fakat
toplanıp başka bir yere götürülemez, bu caiz değildir.
155- Akar ırmak suları üzerinde bulunan meyveleri, çok
olsa da, toplayıp yemek caizdir. Çünkü bunlar, bu halde bırakılırlarsa çabuk
bozulurlar. Onun için bunları toplamaya hal delâleti ile izin vardır. Fakat
böyle bir su üzerinde bulunan ağaçlara gelince, bakılır: Eğer sudan çıkarılacakları
zaman kıymetleri yoksa, alınmaları helal olur. Fakat kıymetli şeyler ise,
alınmaları helal değildir, bunlar üzerinde yitik işlemi uygulanır.
156- Bahçe ve bostanların içinde, duvarların diplerinde
değil de, başka yerlerde dağınık veya toplu olarak bulunan meyveler hakkında
da yitik eşya hükmü uygulanır. Sahipleri biliniyorsa onlara, bilinmiyorsa
fakirlere verilir. Bunları bulan kimse fakir değilse, onlardan kendisi
faydalanamaz.
157- Yollara dökülmüş olan ağaç yaprakları, eğer dut
yaprakları gibi kendisi ile yararlanacak şeyler ise, bunları başkalarının
toplaması caiz değildir. Yoksa bunların değerini ağaç sahibine ödemek
gerekir. Fakat bunlar, yararlanılmayacak şeyler ise, toplanıp alınabilirler,
ödenmeleri gerekmez.
158- Ekin ve bostan tarlalarında ekinler ve bostanlar alındıktan
sonra, başkalarının toplamasına adet olarak izin verilmişse, arta kalan
ekin veya kavun, karpuz, hıyar gibi döküntü şeyleri, başkalarının
toplaması caizdir.
159- Sünnet veya düğün toplantılarında şeker veya para
serpmekte bir sakınca yoktur. Bu serpilen şeyleri, orada bulunanlar toplayıp
alabilirler. Bunları almak için avuçlarını ve eteklerini açanlar, avuçlarına
veya eteklerine düşen şeylere sahib olurlar, bunları başkaları alamazlar.
Alırlarsa, kendilerinden geri alınabilirler.
İslamda Eğlence ve
Yarışmaların Hükmü
160- İslamda meşru sayılan eğlenceler mubahtır. Oyun ve
eğlence denilen birtakım zararlı ve faydasız eğlenceler ise caiz değildir.
Bunların bir kısmı haramdır. Bir kısmı da harama yakın mekruhtur. Bunlar
aslında boş şeylerdir. İnsanın hayatı ise çok kıymetlidir, daima yararlı
şeylerde harcanmalıdır. Zararlı ve faydasız şeylere harcanması doğru
olmaz.
Örnek: Kumar oyunu haramdır. Çünkü bunun zararı herkesçe
bilinen şeydir. Kumar yüzünden kurtuluşa eren kimse gösterilemez. Fakat
kumar yüzünden helak olmuş, perişan olmuş, acı ve kederler içine düşmüş
binlerce insan ve aile gösterilebilir.
Tavla, satranç gibi oyunlar harama yakın mekruhtur. Bunlar
kıymetli zamanın kaybolmasına sebep ve kumara itici olacağı için, iyi şeyler
değildir.
Yalnız İmam Şafiî Hazretleri, bir rivayete göre de İmam
Ebû Yusuf Hazretleri satrancın mubah olduğunu söylemişlerdir. Fakat satrancın
bu mubah görülmesi, kumar şeklinde oynanmadığı ve bir vacibi terke sebeb
olmadığı takdirdedir. Değilse, ittifakla haramdır.
161- Bir hadis-i şerife:
"Üç oyundan başka diğer bütün
oyunlar (eğlenceler) müslümana haramdır. Bu üç şey,
ailesi ile eğlenmesi, atını eğitmesi ve oku ile yarışmasıdır."
Bunlar yararlı olan meşru eğlencelerdir. Aile ile eğlence,
aile hayatının bir muhabbet ve neşe içinde devamını sağlar. Binek atlarını
terbiye edip savaşa hazırlamak ve silah eğitimi görmek İslam yurdunun
korunması için çok gerekli bir hizmettir. Bu önemli yararlarından dolayı
bunlar caiz bulunmuştur.
162- Boş bir eğlence ve kumar maksadı olmaksızın savaş
için spor ve kuvvet kazanmak için yapılan birtakım yarışmalar caizdir.
Bunlarla yararlı bir gayeye ulaşmak imkanı elde edileceği için, bunlar oyun
ve eğlence sayılmazlar. Bunlar birer alışma ve cihad için hazırlıktır. Güreşler,
silah atmalar, piyade ve binitli olarak yapılan yarışmalar hep bu kısımdandır.
Bu yarışmalara katılanlara mükafat olarak para ve hediye verilmesi caizdir.
Bunlar cihad yapmaya bir hazırlık ve teşviktir.
İslamda
İnsanların Hayat ve Organ Dokunulmazlığı
163- İnsanların bedenleri ve organları hayatta olduğu
gibi, öldükten sonra da hürmet edilmeye layıktır ve dokunulmazlığı vardır.
Onun için herhangi bir insanın hayatına haksız yere kasdedilmesi haramdır,
bir cinayettir. Yine bir insanın herhangi bir organını, kendi hayatına ait
bir zaruret bulunmaksızın haksız yere kesmek ve yarmak da haramdır, bir suçtur.
Bir insanı hadım etmek, haksız yere döğmek de caiz değildir.
164- İnsan hürmete değer bir yaratık olduğundan onun
organlanndan hiçbiri ile koparılarak faydalanılamaz. Onun saç, tırnak ve çekilmiş
diş gibi, herhangi bir parçası satılamaz, bunları gömmek gerekir. Onun için
bir kadının saçları alınıp başka bir kadının saçlarına katılamaz. Böyle
bir davranış insanın şerefine bir tecavüzdür, bir nevi uydurmacılıktan
ibarettir. İnsanoğlunun bir parçası ile faydalanmak demektir. Öyle ki, bir
kadın kendi saçlarına, kendisinin dökülmüş olan saçlarını da ilave
edemez, bu da kerahetten beri değildir. Fakat insandan başka temiz bir yaratığın
saçlarını ilave edebilir.
165- Yiyecek bir şey bulamayıp çaresiz kalan bir insan,
kendi vücudundan et koparıp yiyemez. Başka birinin organlarından da, onun
izni ile kesip yiyemez. Böyle bir emir ve müsaade doğru değildir. Fakat böyle
çaresiz kalan kimse, bulacağı bir ölüden, hayatını kurtaracak kadar yer.
Eğer yemez de ölürse, günaha girmiş olur. Oruç tutan kimse de, aynı şekilde
ölünceye kadar bir şey yemezse, günah işlemiş olur. Yine, yiyecek bir şey
bulunduğu halde, ondan yemeyip açlıktan ölen kimse de günahkar olur.
166- Ana rahminde bulunan bir bebeği düşürmek de caiz değildir,
keraheti vardır ve bir nevi cinayettir. Ancak henüz canlı hale gelmemiş
bulunan bir yavru, gerçek bir zarurete dayanarak tıbbî bir danışma sonunda
düşürülebilir.
Bir de gebe bulunan bir kadın, vücudunun sağlığı için
ilaç içebilir. Bunun etkisi ile düşecek bebekten dolayı sorumlu olmaz.
167- Çocuk olmasın diye azilde bulunmak (geri çekilerek
korunmak) uygun değildir. Fakat zevcesinin muvafakatı ile caizdir. Ancak bir
hastalık ve fesad korkusu ile (zevce muvafakatı olmadan) azil yapılabilir.
Netice olarak, İslam nüfusunu azaltacak şeylere başvurmak doğru değildir.
168- Bir müslüman için intihar, ahirette büyük bir azabı
gerektirdiği gibi, kendi ölümünü istemek de caiz değildir. Bir öfke veya
geçim sebebiyle ölümü istemek mekruhtur. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:
"Sizden biriniz, kendisine dokunacak bir zarardan ve felaketten
dolayı ölümü istemek zorunda kalırsa; Ey Rabbim! Benim hakkımda yaşamak
hayırlı ise beni yaşat, eğer ölmek hayırlı ise beni öldür, diye dua
etsin."
169- Bazı hayatî zaruretlerden dolayı insanlar üzerinde
ameliyat yapılması caizdir. İçinde taş bulunan bir mesaneyi usulüne göre
yarmak veya bütün vücuda dağılacak olan bir hastalıktan dolayı bir organı
kesmek caizdir, bunda sakınca yoktur.
170- Ölen bir kadının rahminde diri bir bebek bulunsa, bu
çocuğu kurtarmak için, o kadının karnını sol taraftan yarmak gerekir.
Yine, ana rahminde bulunan bir çocuk, parçalanmaksızın çıkarılamayacak
şekilde bulunuyorsa, bu durum ana için bir tehlike arz eder. Onun için bakılır:
Eğer çocuk hayatta değilse, parçalanarak çıkarılır. Eğer hayatla ise, böyle
parçalanarak çıkarılması caiz değildir. Çünkü bir hayat sahibini
kurtarmak için diğer bir günahsızı parçalamak gerekecektir.
171- İnsanlara yararlı ve temizliğe yardımcı olduğundan
dolayı Hitan (sünnet) işlemi, öteden beri bir sünnettir.
Bilindiği gibi, erkek çocukların sünnet edilmelerine
"Hitan" denilir. Bu, bir İslam alametidir. Bunun müstahab olan zamanı,
çocuğun yedinci yaşından on ikinci yaşına kadardır. Daha önce de sünnet
yapılması caizdir.
Büluğa ermiş bir kimse sünnet edilmemişse, ya bizzat
kendisi veya başarabiliyorsa zevcesi tarafından sünnet edilir. Bu da mümkün
olmayınca bir sünnetçiye baş vurulur.
172- İhtida eden (İslamı kabul eden) bir gayrimüslim, yaşlılığı
sebebiyle sünnete dayanamayacağı, yetkililer tarafından haber verilirse, sünnet
yapılmayabilir. Çünkü bir özre dayanarak vacibin bile terk edilmesi
caizdir. O halde sünnetin terki daha elverişli olur.
Hayvanlara Yumuşak Davranmanın Gereği
173- İslam dininde bütün yaratıklara şefkatle muamele
yapılması bir görevdir. Özellikle hayvanlara zulüm yapılmayıp iyi bakılması
gerekir. Hayvanları fazla yormamalıdır, dövmemelidir. Hayvanlara eziyet
cezası ağırdır. Çünkü hayvanların Allah'dan başka yardımcısı ve
koruyucusu yoktur.
"Allah'dan başka yardımcısı
bulunmayanlara zulmedenler hakkında Hak Teala'nın gazabı pek şiddetli
olacaktır" diye buyurulmuşlur.
174- Hayvanların gözetilecek hakları vardır. Bir kısmı:
Evcil hayvanların yiyecek ve içeceklerini zamanında vermek, tımarlarına
bakmak, onlara yumuşak davranıp iyi muamele yapmak gerekir. Her cins hayvan
ayrı bir hizmet için yaratılmıştır. Buna aykın davranmamalıdır. Misal:
Sığır cinsi öküzler, arabalara koşulmak ve tarlalarda
çalıştırılmak için yaratılmıştır. Bunlara binilmemeli, yük vurulmamalı,
merkeb gibi kullanılmamalıdır.
175- Zararlı olmayan serçe ve hüdhüd gibi kuşları ve
hayvanları boş yere öldürmemelidir. Hiçbir hayvanın yüzüne vurmamalıdır,
yüzünü dağlamamalıdır. Hiçbir hayvanı nişan almak için hedef
edinmemelidir. Kuşların yuvalarına geceleyin gitmemelidir. Geceler, onlar için
bir güven ve istirahat zamanıdır.
176- Zararlarını kaldırmak için, yılan, akrep, fare, çaylak,
kara karga, kudurmuş köpek gibi hayvanlar öldürülür. Bununla beraber hiçbir
hayvanı ateşe almak suretiyle öldürmek caiz değildir.
177- Öldürülecek bir yılanın veya akrebin eşi intikam
alır, diye söylenen sözün aslı yoktur. Bunların intikamından korkmak,
fazla bir korkaklık eseridir, erkeklere yakışmaz.
İslâmda Maddî ve Manevî Temizlik
178- İslam dini, hem maddî, hem de manevî temizliğe büyük
bir önem vermiştir. Bu iki kısım temizlik arasında büyük bir ilgi vardır.
Bunlardan biri diğerinden ayrılmaz. Öyle ki bunlardan her biri, bir bakımdan
maddî ise, diğer bir bakımdan da manevîdir. Abdest gibi...
179- İslamda, maddî şeylerle kirlenen bir vücudu, bir
elbiseyi, bir yeri temizlemek bir görev olduğu gibi, günah denilen manevî kötülüklerle
kirlenmiş bulunan bir ruhu temizlemek de bir vazifedir.
180- Başlıca maddî temizlikler şunlardır:
1) İslamda, maddî şeylerle kirlenen bir vücudu, bir
elbiseyi, bir mekanı (yeri) ve diğer şeyleri su ile temizlemek esastır. Bu
temizleme işlemi, temizlenecek şeyin durumuna göre farz, sünnet ve müstahabdır.
2) İslamda namaz kılabilmek için abdest almak ve gerekince
gusletmek farz olan bir temizlik görevidir.
3) Müslümanlar için, yüzde, kulakta, burunda, tırnaklarda
ve saç-sakallarda bulunan kirleri gidermek, saçları tarayıp bağlamak ve
insanların tiksinmesine meydan vermemek sünnet olan bir temizlik görevidir.
4) Her müslüman için haftada bir kez olsun, vücudunu yıkamak
müstahabdır. Fazileti çok olan cuma gününde yıkanmaktır. Çünkü cuma, müslümanların
bir bayramıdır, bir toplantı zamanıdır. O gün her yönden temiz olmak pek
güzeldir.
5) Müslümanlar için, uzayan tırnakları ve fazla uzayan bıyıkları
kesmek müstahabdır. Sakalda sünnet olan bir kabza mikdarı uzun olmaktır.
Ondan fazlasını kesmekte bir sakınca yoktur.
6) Koltuklarla kasıklarda bulunan tüyleri yolmak veya traş
etmek müstahabdır. Bunlar haftada veya on beş günde bir temizlenmelidir.
Bunu kırk güne kadar uzatmak harama yakın mekruhtur.
7) Erkeklerin veya kadınların, temizlenmek için özel
hamamlara grtmelerinde bir sakınca yoktur. Genel bir ihtiyaçtan dolayı bu
caiz görülmüştür. Yeter ki avret yerlerini örtsünler. Erkeklerin kendi
aralarında, kadınların da kendi aralannda peştemal tutmayarak açık bir
halde yıkanmaları haramdır. Hatta bir kimse yalnız başına bir yerde yıkanacağı
zaman bir peştemal tutmalıdır. Edebe uygun olan budur. Tenha bir yerde peştemalı
sıkmak veya temizlik yapmak için az bir zaman peştemalsız durmak caiz
olabilir.
Hamamda vücudun baştan göbeğe kadar ve dizlerden
topuklara kadar olan kısmını tellaka ovdurmakta bir sakınca yoktur. Fakat
bazı alimlere göre, bir zaruret bulunmadıkça ovdurmak mekruhtur. Göbek ile
dizler arasındaki kısmı ovdurmak ise, caiz görülemez. Ayakları ovdurmak da
edebe aykırıdır. İhtiyacından dolayı bu hizmeti gören kimseyi küçültmemelidir.
181- Başlıca manevî temizlikler de şunlardır:
1) Kalbleri güzel ahlakla, güzel niyetlerle temizleyip süslemeye
ve nurlandırmaya çalışmalıdır. Manevî temizlik bunlarla ortaya çıkar.
2) Günahlarla kirlenen kalbleri tevbe ve istiğfarla
temizlemeye çalışmalıdır. Bilindiği gibi, günahlar büyük ve küçük
diye iki kısımdır. Büyük günahların başlıcaları şunlardır: Yüce
Allah'ı inkar etmek, Yüce Allah'a ortak koşmak, kesinlikle sabit olan bir dinî
hükme inanmamak. Bu üçü, Allah korusun, küfürdür. Allah'ın rahmetinden
ümidi kesmek, Allah'ın azabından ve mekrinden emin olmak. Günah üzerine
devam edip ısrar etmek (herhangi bir günahı devamlı olarak işleyip durmak).
Namazı, orucu terk etmek. Allah yolunda cihaddan kaçınmak. Anaya ve babaya asî
olmak. Yalan yere şahidlikte bulunmak ve yemin etmek. Bir kimseyi haksız yere
öldürmek. Bir kimsenin bir organını haksız yere kesmek veya işlemez hale
sokmak. Faiz yemek, hırsızlık etmek ve rüşvet almak. Yetim malı yemek.
Zina ve livata denilen çirkin işleri yapmak. İffetli kadınlara fuhuş isnad
etmek.
İşte bunlar, dereceleri farklı olan birer büyük günahtır.
Diğer bir çok günahlar da küçük günahlardır.
3) Günahların bir kısmı, yalnız Allah Teala'nın hakkına
aiddir. Diğer bir kısmı da insanların hakları ile ilgilidir. Birinci kısım
günahlar için insan kalbi ile pişman olup Yüce Allah'dan af dilemeli ve bir
daha öyle bir günah işlememeye kesinlikle karar vermelidir. O günah küfrü
gerektiren bir iş ise, hemen imanı yenilemeli ve nikahı tazelemelidir. Namaz
ve oruç gibi, kazası gereken bir ibadetin terkinden ibaret ise, hemen onu
kazaya çalışmalıdır.
Günahların insanlarla ilgili kısmında ise, yine kalben
bir pişmanlık duyarak hem Yüce Allah'dan af dilemeli, hem de hakkına tecavüz
edilen kimseden mümkünse, helallık istemelidir. Hak sahibini razı etmeye ve
tecavüz edilen hakkı ödemeye çalışmalıdır. Ruhların seyyiat (kötülükler)
denilen günah kirlerinden temizlenmesi, ancak böyle yapmakla olabilir.
182- Görülüyor ki, kutsal İslam dini, hem maddî hem de
manevî temizlikleri birer dinî hükme bağlamış, bunları yalnız insanların
keyiflerine bırakmamıştır. Peygamber Efendimiz de: "Temizlik
imandandır" buyurarak temizliğe büyük önem vermiş, onun değerini
göstermiştir. Diğer bir hadis-i şerifde de şöyle buyurmuşlardır: "Şüphe
yok ki Yüce Allah temizdir, temizliği sever. İkramı boldur, ikramı sever. Cömerttir,
cömertliği sever. Artık evlerinizin çevresini temiz tutun; Yahudilere
benzemeye çalışmayın."
183- Bilindiği gibi, Yüce Allah bizi imtihan için yaratıp
bu dünyaya getirmiş ve birtakım görevlerle yükümlü tutmuştur. Bizim
mutluluğumuz ancak bu görevleri yapmakla olur. Bu görevleri yapmayanlar,
Yaratıcımızın kutsal emirlerine aykırı davranmış olurlar. Böyle bir
kimsenin kıymeti alçalmış, kalbi kararmış, ruhu kirlenmiş ve kendisi
azaba hak kazanmış olur. Artık bu durumda yapılacak şey tevbedir. Allah'dan
mağfiret dilemektir. İlahî emirlere göre hareket etmektir. Kirlenen bir
ruhun temizliği, ancak bunları yapmakla olur.
184- İnsan, temiz ve günahsız olarak dünyaya getirilmiştir.
Artık kirli ve günahkar bir halde ahirete gitmekten sakınmalıdır. İnsan şöyle
bir düşünmelidir: Kendisini yaratan Yüce Allah'ın kutsal emirlerine karşı
nasıl karşı çıkabilir! İnsanın ruhu böyle bir isyandan dolayı sızlamalı
değil mi? İnsan, kudret ve büyüklüğüne nihayet olmayan O büyük yaradanından
korkmalı, O'nun tükenmez nimetlerine kavuştuğunu düşünerek utanmalı değil
mi?
İnsan, insanlık gereği olarak günahtan kurtulamıyor, bu
bir gerçektir. Fakat insanın kalbi bu günahtan dolayı sızlasın, ruhunda pişmanlık
duysun, hemen Allah'a yönelsin. Günahının bağışlanmasını ve örtülmesini
dilesin, daha tevbe imkanları elde iken günahlardan kurtulmaya çalışsın.
Allahü Teala Hazretleri buyuruyor: "Ey müzminler!
Hepiniz Allah'a tevbe ediniz ki, kurtulasınız." Resûlü Ekrem
Efendimiz de: "Günahından tevbe eden, günah işlememiş kimse
gibidir," buyurmuştur.
Artık bizim görevimiz, günahlarımızdan dolayı, için için
yanarak hakka dönmek ve istiğfarın başı denilen şu mübarek cümle ile Hak
Teala Hazretlerinden tevbe ve istiğfar ederek, af ve kerem dilemektir.
"Hayy olan, Kayyûm olan, kendisinden başka bir
İlâh bulunmayan Yüce Allah'dan mağfiret dilerim."
Ya Rabbi! Bizi uyandır, bizim dualarımızı ve
tevbelerimizi kabul buyur, amîn... Vel-hamdü leke ya Rabbe'l-alemîn (Hamd
sana mahsustur, ey bütün âlemlerin Rabbi!)