orucilm
Orucun Mahiyeti
1- Oruç, ikinci fecirden başlayarak güneşin batışına
kadar yemekten, içmekten ve cinsel ilişkiden nefsi kesmek, demektir.
Oruç kelimesinin Arabçası, siyam ve savm'dır ki, nefsi
tutmak ve engellemek manasındadır. "Siyam" sözü, Savm'ın çoğulu
olarak da kullanılır. Din deyiminde "Müftırat" (oruç bozucu)
denilen şeylerden nefsi gerçekten veya hükmen yasaklamak bir imsak (oruç
tutmak)'tır. Yanılarak ve unutarak bir şey yeyip içildiği takdirde hükmen
imsak bulunmuş olacağından oruç bozulmuş olmaz. Bu konu ileride açıklanacaktır.
2- İmsak sözünün karşıtı İftar'dır. Şöyle ki: Hiç
oruç tutmamak bir iftar olduğu gibi, güneşin batışından sonra orucu açmak
da bir iftardır. Oruçlu iken orucu bozacak bir şeyin yapılması da bir
iftardır. İftar eden kimseye "Muftır" denildiği gibi, orucu bozan
şeylerden her birine de "Muftir" denilir. Bunun çoğulu "Muftırat"dır.
3- Ramazan-ı Şerif ayına Şehr-i Sıyam (oruç ayı)
denir. Ramazan bayramına da, imsaka son verileceği için İd'-i Fıtır (İftar
bayramı) denilir. Bayram anlamına gelen İd'ın çoğulu, A'yad'dır.
4- Ramazan orucu, Peygamberin hicretinden bir buçuk sene
sonra Şaban ayının onuncu günü farz kılınmıştır. Bunun farziyeti kitab,
sünnet ve icma ile sabittir. "Oruç size farz kılındı."
(Bakara sûresi, âyet: 183) âyet-i kerîmesi bunu emretmektedir.
Bu çok mübarek ve pek feyizli ibadete gereği üzere devam
edenlere müjdeler olsun!..
Orucun
Nevileri
5- Oruçlar: Farz, vacib, nafile ve mekruh nevilerine
ayrılır. Farz ve vacib oruçlar da belirli ve belirsiz kısımlara ayrılır.
Şöyle ki: Ramazan ayı orucu belirli bir farzdır. Kazaya kalan ramazan ayına
ait oruçlarla keffaret olarak tutulacak oruçlar da belirsiz birer farzdır.
Bunlar, istenilen mubah günlerde tutulabilir.
Belli bir günde tutulması adanan bir oruç, belirli bir
vacibdir. Herhangi bir gün, herhangi bir ay veya herhangi bir hafta gibi,
belirlenmeyip tutulması adanan bir oruç da belirsiz bir vacibdir.
Adanan itikaf oruçları da birer belirli vacib demektir ki,
itikaf zamanlarına mahsustur. Bu ileride açıklanacaktır.
6- Allah Teala'nın rızası için tutulacak nafile oruçlar
da başlı başına bir nevi teşkil eder. Bunlar sünnet, müstahab, mendub
diye isimlenirler. Aşura günü ile beraber ondan bir gün önce veya bir gün
sonra tutulan oruçlar ve Eyyam-ı Biyz denilen her ayın on üçüncü, on dördüncü
ve on beşinci günleri tutulan oruçlar gibi. Bunlar müstahabdır.
"Haram Aylar" denilen Zilkade, Zilhicce, Muharrem
ve Receb aylarının perşembe, cuma ve cumartesi günlerinde ve Zilhiccenin başından
dokuz günde tutulacak oruçlar da müstahabdır.
7- Ramazan bayramının birinci gününde, Kurban bayramının
dört gününde tutulacak oruçlar tahrimen mekruhtur. Çünkü bu günler, Yüce
Allah'ın kullarına olan birer ziyafet günüdür. Bu ziyafetten kaçınmak
uygun olmaz. Bununla beraber bu, günlerde tutulan oruçlar yine oruçtur. Şu
kadar var ki, bozulursa kazası gerekmez. Çünkü caiz görülmeyen şey
benimsenmiştir. Diğer bir görüşe göre, kazası gerekir.
8- Nevruz denilen ilkbahar gününde ve "Mehrican"
denilen son bahar gününde kasden tutulan oruçlar tenzihen mekruhtur. Çünkü
bu günlere hürmet edilmiş gibi olur. Oysa ki bunlara hürmet haramdır. Eğer
adet üzere tutulan bir oruç bu günlere rastlarsa, bunun keraheti olmaz.
9- Yalnız cuma veya yalnız cumartesi günü ve özellikle
Muharremin "Aşure günü" denilen yalnız onuncu günü oruç tutmak
da tenzihen mekruhtur.
10- Geceleyin orucu bozmayıp iki gün birbirine bitişik
olarak oruç tutulması da mekruhtur. Buna "Savm-i Visal" denilir.
Nafile oruçlarda iyi olan oruç tutma şekli, birgün oruç tutmak ve birgün
de tutmamakdır. Bu şekilde tutulan oruca "Savm-i Davudi" denir. .
11- Hacılar için, güçsüzlük verecek olduğu takdirde,
"terviye" ve "arefe" günlerinde oruç tutmak mekruhtur.
Çünkü daha sonra yapacakları hac işlerini yerine getirmekten aciz
kalabilirler.
12- Şek günü denilen günde Ramazan ayına veya bir vacibe
niyet edilerek tutulan oruç da mekruhtur.
Şek günü, Şaban ayının otuzuncu günüdür. İsterse
havada bir engel bulunmasın. Çünkü o gün, başka bir beldede hilalin görünmüş
olması mümkündür. Bu, hilalin doğuşunun değişik yerlerde olabileceğine
itibar edilmemesine göredir. Hilalin doğuşunun değişik yerlerde olabileceğini
kabul edenlere göre, bir günün şek günü sayılabilmesi için hava bulutlu
olmalıdır. Yahut gecenin otuzuncu gece olduğuna dair bir alamet bulunmalıdır.
Misal: Hilalin görüldüğüne dair olan şehadet reddedilmiş olmalıdır.
13- Şek günü, ramazan ayına veya bir vacib oruca niyet
edilerek oruç tutulsa, bakılır: Eğer ramazan olduğu anlaşılırsa, bu oruç
ramazan orucundan sayılır. Ramazan olmadığı anlaşılırsa, ramazan orucuna
niyet edilmiş olduğu takdirde nafile bir oruç olur, iftar edilirse, kazası
gerekir. Fakat bir vacibe niyet edilmiş olduğu takdirde, o vacib oruç sahih
olur.
Eğer o günün Şaban'dan mı, yoksa Ramazan'dan mı olduğu
anlaşılmazsa, bir vacib için niyet edilmiş olan oruç, o vacib için sahih
olmaz. Çünkü o günün Ramazan'dan olması ihtimali vardır.
14- Şek gününde nafile oruca niyet edilse, sahih olan görüşe
göre, bunda bir sakınca yoktur. Ramazan olduğu anlaşılırsa, Ramazan orucu
tutulmuş olur. Şaban olduğu bilinirse, bu oruç bir nafile olur. Bu durumda
iftar edilse kazası gerekir, çünkü bunun tutulması benimsenmiştir.
15- Şek gününde: "Ramazan ise oruç tutmaya, değilse
iftar etmeye" şeklinde niyet etmiş olan bir kimse, oruç tutmuş olmaz.
Çünkü oruca niyet edilince kesinlik gerekir. Böyle tereddütle oruca niyet
olamaz.
16- Şek günü, insanlara yaymamak suretiyle oruç tutmak,
ilim sahibi kimseler için daha faziletlidir. Halk için tedbirli olmak daha
faziletlidir. Onlar ihtiyatlı davranarak zeval vaktine kadar, orucu bozan şeylerden
sakınırlar. Ramazan olmadığı anlaşılınca iftar ederler. Böylece
ramazandan olmayan bir günü ramazandan saymış olmazlar.
Bu hususta bilgi sahibi sayılanlar, şek gününde oruca nasıl
niyet edileceğini bilenler ve aynı zamanda o günün ramazan olduğuna dair
kesin kanaat sahibi olmayanlardır. Bu şekilde niyet edilmesini bilmeyenlerde
halk sınıfıdır. Bunlara,"havas" karşıtı olarak "avam"
denilir.
17- Şaban ayında tamamen oruç tutan veya son üç gününde
oruçlu bulunan kimse için de, şek günü oruç tutması daha faziletlidir.
18- Oruç tutup bununla beraber bir ibadet inancı ile hiç
bir şey konuşmamak suretiyle "Sükut Orucu" tutmak mekruhtur. Fakat
düşünmek için veya faydasız sözlerden kaçınmak için susmakta kerahet
yoktur.
19- Bir kadın için, kocasının izni olmaksızın nafile
oruç tutmak mekruhtur. Kocası bu orucu bozdurabilir. Kadın da sonradan kocası
izin verince veya kadın yalnız kalınca, o bozmuş olduğu orucu kaza eder.
Bununla beraber bir erkek hasta olursa veya oruçlu bulunursa
veya hac ve umre için ihramda ise, zevcesini nafile oruçtan men edemez. Çünkü
bu durumlarda zevcesine yakınlık gösteremez.
20- Bir ücret karşılığında hizmet gören kimse, hizmet
ve çalışmasına noksanlık verecekse, işverenin rızası olmadıkça nafile
oruç tutamaz. Fakat böyle bir zarara sebebiyet vermeyince, işverenin izin
vermesine bakmaksızın nafile oruç tutabilir.
21- Üzerinde Ramazan ayından kazaya kalmış oruç bulunan
kimsenin, nafile oruç tutması mekruh değildir.
22- Oruç tutulması yasaklanan bayram günlerinde iftar
edilmeksizin tam bir sene devamlı oruç tutulması mekruhtur. Buna, "Savm-i
Dehr" denir. Bayram günleri iftar edildiği takdirde, böyle bir oruçta
sakınca yoktur. Ancak bu oruç, oruç sahibini takatsiz düşürmemeli ve onu
bir adet haline getirmemelidir. İbadet, adet dışında sadece Allah'ın rızası
için yapılır.
23- Şevval ayında ayrı ayrı günlerde, haftada iki gün
olmak üzere altı gün oruç müstahabdır. Bununla beraber arka arkaya altı gün
oruç tutulmasında da, tercih edilen görüşe göre, bir sakınca yoktur. Bazı
alimlere göre böyle arka arkaya tutulmasında kerahet vardır.
24- Şek gününde ihtiyaten oruç tutan kimse, unutarak bir
şey yedikten sonra, o günün Ramazan olduğu anlaşılmakla oruca niyet etse,
bu yeterli olmaz, o günü kaza etmesi gerekir. Ancak, o gün akşama kadar bir
şey yeyip içmemesi lazım gelir. Diğer bir görüşe göre, bu halde niyet
ederek tutacağı oruç, sahih olur. Çünkü niyetten önce olan unutma,
niyetten sonraki unutma gibidir.
Oruçların
Farz ve Vacip Olmasındaki Sebebler
25- Ramazan orucunun
sebebi: Ramazan günlerinden herhangi birinin oruca başlamaya elverişli bir kısmına
yetişmektir. Bu kısım, ikinci fecirden başlayarak "Dahvetü'l-Kübra"
denilen ve gündüzün yarısı bulunan kaba kuşluk (İstiva= Güneşin tam
tepeye gelmesi) zamanına kadar devam eder. İşte bu zamana yetişen veya bu müddet
içinde oruca ehliyet kazanan her müslüman için o günün orucu farzdır.
Ramazan orucunun kazasına sebeb, yine evvelce ramazan ayına
yetişmiş olmaktan başka bir şey değildir.
26- Keffaret olarak tutulan oruçların sebebleri,
mahiyetlerine göre değişir. Şöyle ki: Ramazan ayına ait keffaretin sebebi,
bu orucu bir isyan eseri olarak kasden bozmaktır.
Zihar kaffaretinin sebebi, helâl olan bir bedeni veya bir
organı, haram olan bir bedene veya organa benzetmek ve sonra da cinsel ilişki
kurmayı istemektir.
Yemin keffaretinin sebebi, yemin üzerinde durmayıp onu
bozmaktır.
Adam öldürme keffaretinin sebebi, suçu olmayan bir insanı
hata yolu ile ödürmektir. İleride bunlar açıklanacaktır.
27- Vacib oruçların sebebi, bunların adamak suretiyle
kabullenilmiş olmasıdır. Bunların kazasının sebebi de, benimsenmiş olan
bir ibadetin tamamlanması gereğidir.
28- Nafile oruçların tutulmalarını zorunlu kılacak dinde
bir sebeb yoktur. Bunlar, yalnız sevab kazanmak için dileyenlerin tutucaklan
oruçlardır. Ancak böyle bir oruç tutulmaya başlandıktan sonra bozulacak
olursa, onun kazası gerekir. Bu kazanın sebebi de, böyle bir ibadete Hak rızası
için başlanmış olmasıdır ki, bunu yarıda bırakmak caiz olmayacağından
kaza şeklinde tamamlanması vacib olur.
Orucun
Meşru Olmasındaki Hikmet
29- Orucun meşru kılınmasındaki
hikmet, pek aşikârdır. Şüphe yok ki, Allahü Teâlâ Hazretleri, kayıtsız
ve şartsız her şeye hakimdir. Elbette O'nun kullarına emrettiği ve caiz gördüğü
şeylerde birçok yararlar vardır. Biz bunları gereği gibi bilmesek de,
muhakkak hikmetleri vardır.
Bununla beraber orucun din ve âhiret yararlarından başka,
sağlık yönünden, sosyal ahlâk bakımından birçok yararlarını pek, iyi
takdir edebilmekteyiz. Bu konu üzerinde yazılmış bir hayli yazı ve risale
vardır.
Bir hadîs-i şerîf de buyurulmuştur: "Her şey
için bir zekât vardır. Bedenin zekâtı da oruçtur. Oruç sabrın yarısıdır."
İnsan oruç sayesinde hayvanî duygularını azaltır,
ruhunu artırır ve meleklik sıfatı ile vasıflanmaya başlamış olur.
Oruç sayesinde cemiyetin içtimaî ve ahlâkî hayatından
başka bir fazilet ve aydınlık doğar.
Oruç tutan kimse, nefsini birtakım şiddetli arzuların
saldırısına karşı direnmeye alıştırır, nefsin taşkınlıklarına karşı
koymayı sağlar.
Oruç tutan kimse, bir zaman mahrumiyete katlanır. Bu
mahrumiyet, yiyecek ve içecek bulumayan herhangi bir yaratığın içine düştüğü
acizliğin benzeri değildir. Bu irade bile benimsenmiş, yüksek bir hedefe yönelik
bir mahrumiyettir, bir nefis mücadelesidir. İnsan bu mahrumiyet sayesinde
yoksulların ve mahrumların hallerini tecrübe ile anlamış olur. Böylece
kendisinde acıma, şefkat ve yardımlaşma duyguları artar, insaniyet için
pek faydalı hale gelir. Ayrıca kendisinin duyacağı manevî hazlar ise, her türlü
düşüncesinin üstündedir.
Mabud'unun kutsal emrine bağlanarak, hak sahibi olduğu
nimetlerinden bir müddet mahrumiyete katlanan insan, artık başkalarının
nimetlerine göz diker mi? Başkalarının zararına çalışır mı?
İşte, bütün insanlığın yararına hizmet eden kutsal
bir ibadetin şer'î yönden hikmeti apaçıktır. Bunu anlayamamak için insanın
düşünce ve duygudan büsbütün mahrum olması gerekir.
Oruçlu
için Müstahab Olan Şeyler
30- Oruç tutacak kimsenin sahur yemeği yemesi müstahabdır.
Bunun vakti, gecenin sonudur. Alimlerden Ebu'l-Leys'e göre, gecenin son altıda
biridir. Sahur yemeği, insana oruç için kuvvet verir. Sahurun geciktirilmesi
müstahab ise de, ikinci fecrin doğup doğmadığından şübhe edilecek bir
zamana kadar geciktirilmesi mekruhtur.
Sahur, seher vaktinde yenecek yemektir. Bu yemeği yemeğe
"Sahur Yemek" denir. Seher de, ikinci fecirden biraz öncesine kadar
olan vakittir.
31- İftarı acele yapmak, yani akşam namazından önce oruç
açmak müstahabdır. Böylece oruç hali, namazda kalbin huzuruna engel olmaz.
Fakat hava bulutlu olunca, iftar için acele edilmez, ezan okunmuş olsa bile...
Minare gibi çok yüksekte bulunan kimse, güneşin batışını görmedikçe
iftar edemez. Aşağıda bulunanların güneşin batması ile iftar etmeleri ona
tesir etmez.
32- Akşamleyin iftar ederken şöyle dua (*)
yapılması sünnettir:
Şöyle de dua (**)
edilir:
33- Orucu hurma gibi tatlı bir şeyle açmak mendubdur.
34- Oruçlu kimsenin, yakınlarına ve fakirlere fazlaca yardımda
bulunması müstahabdır.
35- Oruçlunun mümkün olduğu kadar gece ve gündüz Kur'an
okumak, zikir yapmak, Peygamberimize Salat ve Selam getirmek ve ilimle uğraşmak
suretiyle meşgul olması müstahabdır.
36- Oruçlunun boş ve yararsız sözlerden dilini tutması
da müstahabdır. Gıybetten, söz taşımadan kaçınmak ise her zaman vacibdir.
Ancak bu kaçınmanın gerekliliği Ramazanda daha çok kuvvet kazanır.
37- Oruçlu için İtikaf da müstahabdır. İleride
anlatılacaktır.
38- Ramazan orucunu tutmaya engel olacak derecede bedene
takatsizlik verici işlerde bulunmak caiz değildir. Öğleye kadar çalışıp
sonra dinlenmelidir. Mümkün bazı işleri, ücret karşılığında başkasına
gördürmelidir.
Sonuç olarak denir ki, kesin bir zaruret bulunmadıkça,
insanın kendisini pek ağır işlerle yorarak oruç tutamaz hale getirmesi caiz
görülemez.
(*) "Allahumme leke Sumtü ve bike
amentü ve aleye tevekkeltü ve alâ rızkıke aftartü ve sevmelğedi min şehriramazane
neveytü. Feğfir lî ma kaddemtü ve ma ahhertü."
Anlamı: "Allah'ım! Senin rızan için oruç
tuttum, sana iman ettim, sana güvendim, senin rızkınla iftar ettim (orucumu açtım).
Ramazan ayının yarinki gününü oruç tutmaya da niyet ettim. Artık benim geçmiş
ve gelecek günahlarımı bağışla..."
(**) "Ya vasi'al-mağfireti, iğfir-lî ve livalideyye ve lil-müminine
yevme yekumu'l-hisab..."
Anlamı: "Ey bağışlaması bol olan Rabbim! Beni,
ana-babamı ve mü'minleri hesab gününde bağışla...
Orucun
Şartları
39- Orucun farz oluşuna
ve yerine getirilmesinin (edasının) farz oluşu ile sıhhatına dair şartlar
vardır. Şöyle ki:
1) Oruçla mükellef olmak için İslâm, akıl ve büluğ şarttır.
Onun için bu vasıfları toplamayan bir kimseye oruç farz değildir. Ancak akıl
sahibi bulunan mümeyyiz bir İslâm çocuğunun tuttuğu oruç nafile olarak
sahih olur.
2) Orucun yerine getirilmesi (edası)nın farz olması için
sıhhat ve ikamet şarttır. Onun için hasta olana ve yolculuk halinde
bulunanlara, bu hallerinde oruç tutmak farz değildir. Bunlar oruçlarını
tutamayınca, sonra o tutamadıkları oruçları kaza ederler.
Bir orucun edası (yerine getirilmesi)nin sahih olması için
niyet etmek, hayız ve nifas hallerinden temizlenmiş olmak şarttır. Bunun için
niyet edilmeksizin tutulan bir oruç, müctehidlerin tümüne göre din yönünden
geçerli değildir. Hayız ve nifaz halinde oruç tutan bir kadının da orucu
sahih değildir. Bunların, ramazan orucunu sonradan kaza etmeleri gerekir. Bu
konu ileride açıklanacaktır.
Orucun
Vakti
40- Orucun vakti
ikinci fecirden başlayarak güneşin batışına kadar devam eden müddettir.
Bununla beraber, ikinci fecrin ilk doğuşu anına mı, yoksa aydınlığının
ufukta uzanıp dağılmaya başladığı zamana mı itibar olunacaktır
meselesinde ihtilâf yardır. Bazı alimlere göre, ikinci fecrin ilk doğuşu
anı esastır. İhtiyata en yakın olan görüş de budur. Diğer bazı alimlere
göre, aydınlığın biraz uzayıp dağılmaya başladığı zamana itibar
edilmelidir. Oruç tutacaklar hakkında daha elverişli olan da budur.
Bunun için birinci görüşe göre ikinci (gerçek) fecrin
ilk doğuşundan itibaren, ikinci görüşe göre de bu fecrin doğuşundan
sonra aydınlığının dağılmaya başlaması anından itibaren oruca başlamak
gerekir.
41- Fecrin doğuşunda şüpheye düşen kimse için
faziletli olan, yeyip içmeyi bırakmaktır. Bununla beraber yeyip içse, orucu
yine tamamdır. Ancak fecirden sonra yeyip içtiği anlaşılırsa, o zaman kaza
etmesi gerekir. Fecirden sonra sahur yapıldığında zan kuvvetli olsa ve başka
bir delil de bulunmasa, sağlam olan rivayete göre, buna itibar olunmaz. Fakat
bu halde tutulan orucun kaza edilmesi ihtiyata uygundur.
42- Oruçlu kimse, güneşin batışından şübhe etse,
iftar etmesi helâl olmaz. İftar edip de gerçek durum anlaşılmazsa, üzerine
kaza gerekir. Keffaretin gereği hakkında ise iki rivayet vardır. Fakat batıştan
önce iftar etmiş olduğu anlaşılırsa, üzerine kazadan başka keffaret de lâzım
gelir.
Güneşin batmış olduğu hakkında kuvvetli bir zanna sahib
olduğu halde iftar eden kimse hakkında hüküm böyledir. Güneşin batışından
önce iftar etmiş olduğu anlaşılsın veya anlaşılmasın hüküm değişmez.
43- Araştırma yaparak hem sahur, hem iftar yapmak caizdir.
Şöyle ki: Oruç tutacak kimse, başka bir vasıta bulamayınca, galip zannına
göre sahur yemeği yer ve fecrin doğduğuna kanaat getirince oruca başlar. Güneşin
batışını da araştırarak yine galip zannına göre orucunu açabilir.
Bununla beraber fecrin doğuşunu iyice kestiremeyen için, bir an önce oruca
başlamak ve güneşin battığını kestirmeyen için de, hemen orucu bozmamak
ihtiyat gereğidir.
44- Davul, top sesi veya kandil yakılması ile oruca başlamak
veya iftar edebilmek için de, bunlann güvenilebilecek şekilde muntazam olmasına
ve her taraftan görülüp işitilir bir halde bulunmasına dikkat etmek
gerekir. Saatlerin muntazam bir şekilde işlemekte olduğu da tecrübe ile
bilinmekte olmalıdır.
Ramazan
Hilâli İle Diğer Hilâllerin Sübutu
45-Ramazan ayı,
kamerî aylardandır. Bunlann sübutu hilâllerin, yani yeni ayların görülmesi
iledir. Bunun için Şaban ayının yirmi dokuzuncu günü güneşin batışında
insanların hilâli araştırmaları bir görevdir. Hilâli görürlerse, ertesi
günün Ramazan orucuna başlarlar. Hava bulutlu, dumanlı bulunup da hilâl görülemezse,
Şaban ayını otuz gün olarak tamamlar, sonra oruca başlarlar.
Bununla beraber Şaban ayının hilâlini de, Receb ayının
yirmi dokuzunda araştırmak uygundur. Bu şekilde Şabanın kaç gün olduğu
daha iyi anlaşılmış olur.
46- Ramazan ayının yirmi dokuzuncu günü de, güneşin batışından
itibaren Şevval ayının hilâli araştırılır. Görülürse bayram yapılır,
görülmezse, Ramazan otuz gün tutulur.
47- Kamerî aylar, bazan otuz, bazan da yirmi dokuz gün
olur. Yay şeklinde görülen her yeni aya, üçücü gecesine kadar "Hilâl"
denildiği gibi, her ayın yirmi altıncı, yirmi yedinci gecelerine de
"Hilâl" denir. Diğer günlerdekine de, sadece Kamer denir.
48- Her kamerî ayın başlangıcı, ya hilâl görmekle veya
ondan önceki ayın günleri otuza tamamlanmakla tesbit edilir.
Hilâl'in çoğulu "Ehille"dir. Hilâl görüldüğü
zaman; "Hilâl! Hilâl!" diye işaret etmek mekruhtur, bir cahiliyet
âdetidir.
Hilâl görülünce üç kez tekbir ve tehlilden sonra üç
kez şöyle demeli: Sonra da: şöyle dua etmelidir.
(*)
49- Hilâlin güneş batışı arkasından görülmesi geçerlidir.
Bunun için hilâl, zeval (öğle) vaktinden önce veya sonra görülse bununla
o gün ne oruca başlanır, ne de oruçtan çıkılır. Gerçekten bu hilâl
gelecek geceye ait bulunmuş olur. Bu, İmam Azam ile İmam Muhammed'e göredir.
İmam Ebû Yusuf'a göre, zevalden sonra görülen hilâl gelecek geceye ait ise
de, zevalden önce görülen bir hilâl evvelki geceye ait olur. Bunun için bu
hilâl ile Ramazan veya bayram gerçekleşmiş olur. Çünkü bir hilâl iki
gecelik olmadıkça, âdete göre zevalden önce görülemez.
(Üç İmama göre, gündüzün görülen hilâle itibar
edilmez. Bu hilâl mutlaka gelecek geceye aittir. Bu konuda müneccimlerin sözleri
de geçerli değildir. Herhalde hilâl geceleyin görülmelidir.)
50- Hava kapalı olunca, Ramazan hilâlinin görüldüğüne
müslim, âkil, baliğ ve âdil bir kimsenin şehadeti yeterlidir. Bunun hilâl
görmüş olduğunu söylemesine dayanarak oruca başlamak gerekir. Bu kimsenin
erkek veya kadın olmasında fark yoktur. Bu halde böyle bir kimsenin şehadetine,
yine böyle kimsenin şehadet etmesi de geçerlidir. Bu hususta âdilden maksad,
iyiliği kötülüğüne üstün gelen kimse demektir. Bu konuda hali kapalı
olan kimsenin şehadeti de, Sahih olan görüşe göre, kabul olunur. Bu şehadet,
bir haber demektir, bir din işini bildirmekten ibarettir. Bunda şehadet sözü,
dava, mahkeme, hakimin hükmü şart değildir. İhtiyat bunu kabul etmektir.
51- Hilâli görenin bunu açıklaması, yani: "Ben
beldenin şu yerinden veya dışından baktım, hilâli, ufkun şu tarafında
bulutun hemen kenarında veya iki bulutun açık bulunan kısmında şu şekilde
gördüm," diye açıklaması gerekir mi, gerekmez mi? Bazı zatlara göre
lâzımdır. Fakat sağlam rivayete göre lâzım değildir, böyle açıklama
yapılmaksızın da şehadet geçerli olur. Bu şehadeti işitenler için oruca
başlamak gerekir.
52- Ramazan hilâlini gören bir müslüman için hemen o
gece şehadette bulunmak lâzımdır. Hatta bu, evinde beklemesi gereken bir kadın
bile olsa, kocasının veya efendisinin izin vermesine bakmaksızın çıkıp gördüğü
hilâl hakkında şehadet eder; çünkü bu din bakımından vacib olan bir görevdir.
53- Hilâli gören kimse, eğer hâkimi bulunan bir şehirde
ise hemen hâkimin huzuruna çıkar ve şahidlikte bulunur. Hâkim de durumu ilân
eder. Hâkim bulunmayan bir yerde ise, mescide gidip şahidlikte bulunur. Şahid
olan kimse âdil olarak biliniyorsa, onun sözüne dayanarak insanlar oruca başlarlar.
(Şafıîlere göre, hâkimin hükmü ile bütün insanlara
oruç tutmak farz olur. İsterse bu hüküm, yalnız âdil bir şahidin görüşüne
dayanmış bulunsun. Hâkimin hükmü ihtilâfı ortadan kaldırır ve başka
mezheb sahiblerine de oruç tutmak gerekli olur.)
54- Hilâlin görülmesi, ayın girmesi doğrudan doğruya değil,
bir olaya bağlı olarak hüküm altına alınabilir. Meselâ: Bir kimse
mahkemede bir şahsı dava ederek: "Benim bu kimsede, Ramazanın ilk gününde
ödemek üzere şu kadar kuruş alacağım vardır, şimdi ise Ramazan hilâli görülmüştür.
Bunun için bu alacağımı bana vermesini istiyorum," dese, borçlu şahıs
da: "Evet, anlattığı şekilde borcum vardır, fakat henüz Ramazan ayı
girmemiştir," diye itiraz etmekle hakim, o davacının hilâli gördüklerine
dair getireceği iki şahidin şehadeti üzerine o borcun ödenmesine hüküm
verse, Ramazan hilâlinin gördüğüne de hüküm vermiş olur.
Hilâl isbat için bu şekilde dava açılması, İmam Azam'a
göre uygundur. İki İmama göre, böyle bir davaya gerek yoktur.
55- Yalnız başına hilâli gören kimsenin şahidliği
kabul edilmese de, kendisinin oruç tutması gerekir. Eğer o gün oruç
tutmazsa, kaza eder. Bundan dolayı keffaret gerekmez. Çünkü gördüğü şeyin
hilâl değil, bir hayal olduğu düşünülebilir. Bir kimsenin şahidliği
hakim tarafından henüz red edilmeden iftar ettiği taktirde de yine keffaret
gerekmez. Çünkü reddedilmek şüphesi vardır. Keffaretler ise, şüphe ile
kalkar. Fakat şehadet kabul edildikten sonra iftar edecek olsa keffaret
gerekir. Çünkü bu durumda onun şahidliği hakimin kararı ile kuvvet bulmuştur.
56- Hava kapalı olmayınca, Ramazan, Şevval ve Zilhicce hilâlleri
hususunda bir iki kimsenin değil, onlarla beraber kuvvetli bir zan meydana
gelecek başka çok kimselerin şehadetleri kabul edilir. Bunların sayısını
belirlemek idarecinin görüşene bağlıdır. Bir görüşe göre, bunların
elli erkek olması gerekir. Bu hususta şahidlerin belde haricinden olup olmaması,
kuvvetli rivayete göre, fark etmez. Bir görüşe göre de, bu durumda belde dışından
gelen iki adil şahidin şehadeti kabul olunur. Onların daha uygun ve elverişli
bir yerden hilâli görmüş olmaları düşünülebilir.
İmam Azam'dan rivayete göre de, bu durumda taşradan gelmiş
veya gelmemiş olsun, iki adil şahidin şehadeti ile yetinilir.
Deniliyor ki, zamanımızda herkes hilâli araştırma görevini
yerine getirmek için çalışmadığından, şimdi böyle iki şahidin şehadetine
güvenmek uygundur.
57- Hava kapalı olunca, Şevval ve Zilhicce hilâlleri hakkında
adil iki erkeğin veya bir erkek ile iki kadının şehadetleri kabul olunur. Bu
hususta adalet, hürriyet ve şahid sayısı şarttır. Şahidlerin tezkiyeleri
de yapılmalıdır. Şehadet sözünün ve dava etmenin şart olup olmamasından
ihtilâf vardır.
Hakim ve valisi bulunmayan bir yerde hava kapalı olduğu
halde, iki adil kimse Şevval hilâlini gördüklerini haber verecek olsalar,
insanların iftar etmesinde bir sakınca yoktur.
58- Kapalı bir havada Ramazan hilâlini yalnız hakim görecek
olsa, dilerse yerine birini vekil tayin ederek onun huzurunda hilâli gördüğüne
şehadet eder, dilerse doğrudan doğruya insanlara oruç tutmalarını ilân
eder. Fakat bayram (şevval) hilâlinde böyle bir kişilik şehadet geçerli
olmaz. Çünkü bununla bir ibadete son verilecektir. Bununla beraber bu durumda
insanların hukukuna şehadet manası da vardır; çünkü oruçtan çıkacaklardır.
İnsanların hukukunda ise, ikiden noksan şahidin şehadeti geçerli değildir.
Bunun için idare amiri veya hakim yalnız başına Şevval hilâlini görecek
olsalar, ne bayram namazı yerine çıkarlar ve ne de insanlara namaz yerine çıkmalarını
emrederler. Ne de gizli veya aşikâr oruçlarını açarlar. Çünkü görülen
hilâlin bir hayal olması ihtimali vardır.
59- Şevval ayının hilâli, Ramazanın yirmi dokuzuncu günü,
güneşin batışı arkasından araştırılır. Bu hilâli yalnız başına gören
kimse, ibadet hususunda ihtiyatı gözeterek iftar etmez. Eğer iftar ederse,
yalnız kaza gerekir. Şehadeti kabul edilmediği halde de iftar etse, yine yalnız
kaza lâzım gelir, keffaret gerekmez.
60- Bir kimsenin şehadetine dayanarak Ramazan orucuna başlamış
olanlar, otuzuncu günü Şevval hilâlini görmeseler de, sahih olan görüşe
göre, oruca son verirler. Hava kapalı ve bulutlu olunca, ihtilafsız bayram
yaparlar.
(Şafiîlere göre, Şevval için de bir adil şahidin şehadeti
yeterlidir, tercih edilen görüş onlarca budur. Hakim bununla karar verince
bayram yapılır.)
61- Hava kapalı olduğu halde, iki kimsenin şehadetini
hakim kabul ederek otuz gün oruç tutulduktan sonra Şevval hilâli görülmese,
bakılır:
Eğer hava yine kapalı ise, ertesi gün iftar ederler. Bunda
ittifak vardır. Fakat hava açık ise, bir görüşe göre iftar etmezler.
Ancak sahih olan diğer bir görüşe göre, bu durumda da iftar edip bayram
yaparlar.
62- Bir belde halkı yirmi dokuz gün oruç tuttuktan sonra
iki adil kimse; "Biz Ramazan hilâlini, sizin oruca başlamanızdan bir gün
önce görmüştük," diye şehadette bulunsalar, bakılır: Eğer bunlar,
o belde halkından iseler, uygun olan şahidliklerinin kabul edilmesidir; çünkü
bunlar, Allah için yapılacak olan bir şehadeti önceden terk etmişlerdir.
Fakat uzak bir yerden gelmiş iseler, şehadetleri caiz olur; çünkü bunlar,
bu şahitliklerinde kınanmazlar.
63- Ramazan ayından başka ayların sübutu için, hava
kapalı ise, en az iki adil erkeğin veya bir erkekle iki kadının şehadetleri
gerekir. Hava açık ise, büyük bir cemaatın şehadeti gerekir. Bu cemaat,
kesinlik kazandıracak derecede kalabalık ve sağlamsa şehadetlerinin kabulü
için İslâm olmak şart kılınmaz. Diğer bir görüşe göre, Ramazan, Şevval
ve Zilhicce'den başka diğer dokuz ayın hilâlini isbat için, hava kapalı
olsun veya olmasın, iki adil şahidin şehadetleri yeterli olur. Çünkü bu
ayların hilâllerini görmek için büyük bir topluluk ilgilenmez.
64- Bir belde halkı hilâli görmeksizin yirmi sekiz gün
oruç tutup da, sonra Şevval hilâlini görecek olsalar, bakılır: Eğer Şaban
hilâlini görüp onu otuz gün saymışlarsa, yalnız bir gün kaza ederler.
Ramazan ayı yirmi dokuz gün bulunmuş olur. Fakat Şaban hilâlini görmeksizin
onu otuz gün saymışlarsa, iki gün kaza etmeleri gerekir; çünkü şaban ayının
yirmi dokuz gün olması ihtimali vardır.
Fakat bu belde halkı yirmi dokuz gün oruç tutup da sonra
Şevval hilâlini görseler, üzerlerine kaza gerekmez. Çünkü Ramazan ayı
yirmi dokuz gün olabilir.
65- Bir beldede Ramazan orucu, hilâlin görülmesi ile yirmi
dokuz gün tutulmuş olsa, o beldedeki hastalar da ileride bu Ramazan orucunu
yirmi dokuz gün olarak kaza ederler. Fakat böyle bir hasta, o belde halkının
nasıl hareket etmiş olduklarını bilmezlerse, borcun kesin bir şekilde
kurtulması için, tam otuz gün kaza orucu tutar.
66- Ayın ve güneşin doğmuş oldukları yerler, beldelere
ve arazi parçalarına göre değişik bulunur. Fakat oruç hususunda kabul
edilen görüşe göre, bunların doğuş yerlerine bakılmaz. Fetva buna göredir.
Bundan dolayı, batı ülkesinde bulunanlar Ramazan hilâlini görecek olsalar,
bunu haber alan doğu bölgelerindeki müslümanlar üzerine de oruç tutmak
gerekir. Ancak bir beldedeki görünüş, diğer bir belde halkı hakkında geçerli
olabilmesi için, bu görünüş hakkında olan şehadetin hakim tarafından
benimsenip karara bağlanması lâzımdır. Yoksa sadece bir görüşü haber
vermek, hilâli göremeyen memleket halkı için bir delil olamaz. Şöyle ki:
Bir belde hakimine iki adil adam gelip şöyle demelidirler: "Falan
memlekette hilâli gördüklerine dair olan şahidlerin şehadetlerini, o
memleketin hakimi usulüne göre kabul edip hüküm vermiştir." Hakimin hükmü
bir senet ve delildir. Bunlar da bu hükme şahidlik etmiş olurlar. Artık öteki
memleketin hakimi de bu şehadeti kabul ederek ona göre hüküm verebilir. Başka
bir memlekette, hilâlin görülmüş ve karara bağlanmış olduğunu gelip
haber verenler, sözleri inkar edilemiyecek kadar büyük bir çoğunluksa, böyle
bir hükme ihtiyaç görülmeksizin haber gereği üzere işlem yapılır.
67- Oruç hususunda ayın doğuş yerlerinin çeşitli oluşuna
ve bunun hesapla belirlenmesine itibar edilmemesi, şu hadîs-i şerîf ile aynı
manayı taşıyan başka hadislere dayanmaktadır.
"Hilâli gördüğünüz zaman oruç tutunuz ve
hilâli görünce de iftar ediniz."
Bu hadîs-i şerîfe göre oruç ile iftar, hilâlin görülmesine
bağlanmıştır. Bundan dolayı müslümanlardan bir kısmının hilâli görmesi
ile, oruca esas olan hilâli görme olayı meydana çıkmış olur. Böylece
farz olan orucu tutma ve bayram yapma gereği hepsine yönelmiş bulunur.
Dinin bu hükümleri, hilâlin değişik beldelerde farklı
zamanlarda doğuşuna itibar edilmesini veya hesab ehlinden sorulmasını
emretmemiştir. Hilâlin fenne dayanarak görülemeyeceğini araştırmak da
gerekmemektedir. Çünkü bu fennî araştırma, her yerde ve her zaman mümkün
olmaz. Dinin gösterdiği kolaylığa da uymaz.
Yine, hilâli haber veren iki haberciden birinin fenne
dayanarak haberini, diğerinin rüyete (görüşe) dayanarak haberini tercih
etmek de çok kere uygun olamaz. Çünkü bunlardan birinin hesabda, diğerinin
görmede hataya düşmesi ihtimali vardır.
(Malikî ve Hanbelîlerin mezheblerine göre de doğuşun değişik
olmasına itibar olunmaz. Şafiîlere göre, aralarında yirmi dört fersah veya
daha çok bir uzaklık bulunan iki beldede, değişik doğuşlara itibar olunur.
Birinde hilâlin görülmesi, diğeri için görülme sayılmaz.)
68- Hilâlin doğuş yeri değişikliklerine itibar edilmediğine
göre, bir belde halkı Ramazan hilâlini görüp yirmi dokuz gün oruç
tuttuktan sonra bayram yapsalar, diğer bir belde halkı da yine hilâli görerek
otuz gün oruç tuttukları meydana çıksa, önceki belde halkının bayramdan
sonra kaza olarak bir gün oruç tutmaları gerekir. Çünkü ilk hilâli görüşe
itibar olunmaz. Bu belde halkının hilâli bir gün sonra görmüş olmaları
ihtimali vardır.
69- Hanefi fıkıh alimlerinden bazılarına göre, doğuş
yerlerinin değişik olması geçerlidir. Bundan dolayı batıda hilâlin görülmesi
sebebiyle doğuda bulunan müslümanlar için o gün oruç tutmak veya iftar
etmek gerekmez. Bu hususta her belde halkı, kendi görgüsüne göre işlem
yapar, oruç tutar, bayram yapar ve kurban keser. Bununla beraber, aralarında
yirmi dört fersahdan az bir uzaklık bulunan iki belde arasında bu ayrılık mümkün
olmaz. İşte böyle birbirine yakın iki beldeden birinde görülen hilâl, diğerinde
geçerli olur.
70- Ramazan orucuna başlanması veya bayram yapılması için
astronomi ilmini bilen adalet sahibi vakit uzmanlarının sözlerine baş
vurulup vurulamayacağı hususunda fıkıh alimleri arasında iki görüş vardır.
Sahih kabul edilen çoğunluğun görüşü, bu konuda onların sözü kabul
edilmez. Öyle ki, bir vakit uzmanının yaptığı hesab ile kendisinin işlem
yapması bile caiz değildir. Gerçekten fennî hesablar kesin ise de, bu
hesabları yapanların hata yapmayacakları kesin değildir. Bundan dolayı
takvimler arasında daima ayrılık görülmektedir.
Bununla beraber, her yerde böyle ince hesablar yapılabilecek
insanlar bulunamayacağından bunların sözlerine başvurmak gereği, özellikle
sahra gibi yerlerde ve dağınık bir halde yaşayan müslümanlar için zorluğu
gerektirir. Halbuki şeriat bu hususta kolaylık göstermiştir. Bir hadîs-i şerîfde
buyurulmuştur:
"Hilâli gördükten sonra oruç tutunuz ve hilâli
gördükten sonra iftar ediniz (bayram yapınız). Size hava
kapalı olunca da, Şaban ayını otuza tamamlayınız."
Anlaşılıyor ki, şeriaat orucu, hiç bir zaman değişmeyecek
temelli ve basit olan, herkes tarafından anlaşılıp kabul edilecek olan bir
delile bağlanmıştır ki, o da hilâlin görülmesidir.
Gerçekten müneccimlerin sözleri hesab kurallarına dayanır.
Fakat aralarında çok kere ayrılık bulunmakta, sözleri kararlı
bulunmamaktadır. Bir de hesaba nazaran kamerî aylar, mutlaka otuz veya yirmi
dokuz gün olmayıp az çok kesirli bulunmaktadır. Şeriat ise, orucun ya tam
otuz veya tam yirmi dokuz gün tutulmasını emretmiştir.
Azınlık olanlara ait diğer bir görüşe göre, bu konuda
vakit uzmanlarının ve müneccimlerin sözlerine başvurulabilir. Bunların sözlerine
güvenmekte bir sakınca yoktur. Fıkıh alimlerinden Muhammed ibni Mukatil,
onların kendi aralarında fikir birliği yaptıkları sözlerine güvenir ve
onlardan sorardı. Ancak bu konuda onlardan bir topluluğun fikir birliği yapılmış
olması lâzımdır. Kadı Abdülcebbar da; "Müneccimlerin sözlerine güvenmekte
bir sakınca yoktur," demiştir.
Memleketimizde bir müddetten beri, bu görüşe uygun olarak
kamerî aylar Rasathane tarafından bir belge halinde tayin edilmektedir.
(Malikî ve Hanbelî fıkıh alimlerine göre müneccimlerin
sözlerine güvenilmez. Bunun için onların sözleri ile herkes için oruca başlamak
gerekmez. Yalnız Malikîlerce, güvenilir bir görüşe göre, müneccimler
kendi hesabları ile işlem yaparak oruç tutabilirler. Müneccimlerden işitip
doğru olduğuna kuvvetle inanan kimse de, onun hesabına dayanarak oruca başlayabilir.
Şafiîlerce de müneccimin sözü, kendi hakkında ve
kendisini doğrulayan kimse hakkında geçerli ise de, tercih edilen görüşe göre,
bütün insanlar için geçerli değildir. Buna göre, müneccimin sözü üzerine
herkesin oruca başlaması vacib olmaz. Şafiîlerden yalnız İmam Sübkî'nin
bu konuda bir eseri vardır. Bu şahıs, hesabın kesin olduğunu göz önüne
alarak müneccimlerin sözlerine güvenileceğine inanmıştır. Fakat diğer Şafiî
olan alimler tarafından bunun sözü kabul edilmemiştir.)
(*) "Hilâle hayrin ve rüşdin!
Amentü billâhillezî halekake.
Elhamdü lillâhillezî zehebe bişehrin keza ve cae bişehrin
keza. Allahümme ahlilhü aleyna bil-emal ve'l-imani vesselâmeti
vesselam."
Anlamı: "Ey hayır ve salah hilâli? Seni
yanatan Allahü Teâlâ'ya iman ettim. Şu ayı (Şabanı) götürüp bu ayı
(Ramazan) getiren Yüce Allah'a hamd olsun, Allah'ım! Bu ayı bizlere
emniyetle, imanla, selâmet ve selâmla bulundur."
Oruçlara
Ait Niyetler
71- Herhangi bir oruca kalb ile niyet yeterlidir. Oruç için
sahura kalkılması da bir niyettir. Niyetin dil ile de yapılması mendubdur.
72- Ramazan orucu, tayin edilmiş adak ve mutlak nafile oruçlar
için niyetin vakti, güneşin batışından başlayarak kaba kuşluğa kadar
devam eder. Bu zaman içinde niyet edilebilir. Fakat güneş batmadan önce veya
tam istiva zamanında veya ondan sonra akşama kadar hiç bir oruca niyet
edilemez. Böyle niyet hususunda, mukîm, misafir, sağlıklı ve hasta olanlar
eşittir.
Bununla beraber istiva zamanına kadar böyle niyet
edilebilmesi, ikinci fecirden sonra yiyip içmek gibi orucu bozan haller
bulunmadığı taktirdedir. Böyle orucu bozan bir şey, kasden veya sehven yapılacak
olsa, artık niyet caiz olmaz.
(Malikîlere göre, nafile oruç için böyle gün ortasına
kadar niyet edilemez. Çünkü sabahleyin niyet edilmeyince, o gün iftar etmek
kararlaşmış olur. Bir günün hem oruca, hem de iftara ihtimali olamaz.
Şafiîlere göre güneşin batışından öncesine kadar
niyet edilebilir. Yeter ki, sabahdan itibaren oruca aykırı bir iş yapılmamış
olsun. Çünkü nafile ibadet için din yönünden takdir edilmiş bir zaman
yoktur. Bu oruç, oruç tutacak olan kimsenin isteğine bağlıdır. Zevalden
sonra da oruç tutma arzusu bulunabilir.)
73- Bütün kaza ve keffaret oruçları ile mutlak adak oruçları
için niyetin geceleyin veya ikinci fecrin başlangıcında yapılması şarttır.
Ayrıca bu oruçları niyette göstermek (tayin etmek) lazımdır. Bundan dolayı
bunlardan herhangi biri için fecirden sonra niyet edilirse veya bunlardan
hangisinin tutulacağı kalb ile tayin edilmezse, bu oruçların tutulmaları
sahih olmaz. Çünkü bu oruçlar için belli bir gün yoktur. Bunlara hangi günlerin
ayrılacağı, ancak böyle bir niyet ile tayin edilmiş olur. Ramazan orucu,
belirlenmiş adak, herhangi bir nafile oruç için mutlak bir niyet yeterlidir.
"Yarınki günün orucunu tutmaya, yarın oruç tutmaya, yarın nafile oruç
tutmaya". diye niyet edilebilir. Bununla beraber bunlar için geceleyin
niyet edilmesi, bu oruçların tayin edilmesi ve şöyle denilmesi daha
faziletlidir: "Yarınki Ramazan orucunu tutmaya niyet ettim."
74- Ramazanın her günü için ayrıca bir niyet gerekir.
Çünkü araya geceler girmektedir. Ayrıca her günün orucu başlıbaşına
bir ibadet bulunmaktadır. Bunun içindir ki, bir günün orucundaki bozukluk,
diğer günün sıhhatine engel olmaz.
75- Bir kaza orucuna fecrin doğuşundan sonra niyet edilecek
olsa, bununla kaza sahih olamayacağından, nafile oruç tutulmuş olur. Eğer
bu oruç bozulacak olsa, kaza edilmesi gerekir. Çünkü başlanmış olan bir
ibadet yarıda bırakılamaz
76- Bir kimse, daha güneş batmadan: "Yarın oruç
tutayım," diye niyet edip de, sonra yarınki günün istiva zamanına
kadar uyusa, gafil veya baygın bir hal de bulunsa, oruç tutmuş olmaz. Fakat güneşin
batmasından sonra böyle niyet etmiş olursa, orucu sahih olur.
77- Bir kimse, ramazan ayında ramazan olduğunu bildiği
halde, ne oruca ve ne de iftara niyet etmemiş bulunsa, sağlam rivayete göre,
oruçlu bulunmuş olmaz.
78- Bir kimse, geceleyin herhangi bir oruç için niyet etmiş
bulunsa, sonra fecrin doğuşundan önce bu niyetinden dönse, bu dönüşü
sahih olur. Fakat oruçlu bir kimse, orucunu bozmaya niyet ettiği halde
bozmasa, sadece bu niyet ile orucu bozulmuş olmaz.
79- "İnşallah yarın oruç tutmaya niyet ettim,"
diye yapılan bir niyet sahihdir. Fakat: "Yarın davete çağırılsam
iftar etmeye, çağrılmazsam oruç tutmaya," diye yapılan bir niyet geçerli
değildir. Böyle tereddütlü bir niyetle oruç tutulmuş olmaz.
80- İstiva zamanına kadar niyet edilmesi caiz olan oruçlarda,
gündüzün niyet edileceği takdirde, o günün başlangıcından itibaren oruçlu
bulunmuş olmaya niyet edilmesi gerekir. Niyet edileceği andan itibaren oruç
tutmaya niyet edilecek olsa, bununla oruç tutulmuş olmaz.
81- Ramazan gecesinde veya gündüzünde bayılan veya
deliren kimse, istiva zamanından önce kendine gelip oruca niyet edince oruçlu
bulunmuş olur.
82- Bir kimse, Ramazan ayında başka bir vacib oruca niyet
edecek olsa, o kimse Ramazan orucuna niyet etmiş sayılır. Bu konuda iki imama
göre, mukim ile misafir arasında fark yoktur. İmamı Azam'a göre, misafir
olunca, niyet ettiği vacib için oruçlu bulunmuş olur. Çünkü misafirin
Ramazan orucunu tutma mecburiyeti yoktur.
Nafile oruca niyet edilecek olsa, sahih olan görüşe göre,
ramazan orucuna niyet edilmiş olur. Hastanın da bu şekilde olan niyetleri,
sahih olan görüşe göre, Ramazan orucuna sayılır.
Misafir ile hastanın mutlak şekildeki niyetleri de Ramazan
orucuna sayılır.
83- Muayyen bir adak gününde, keffaret veya ramazan orucunu
kaza gibi, başka bir vacibe niyet edilerek oruç tutulmuş olsa, sahih olan görüşe
göre, bu oruç o vacib için sayılır; o muayyen nezir orucunun kaza edilmesi
gerekir.
84- Bir oruç için hem keffarete, hem de nafileye niyet
edilse, keffaret olarak caiz olur. Fakat bir oruç için kazaya, hem de yemin
keffaretine niyet edilecek olsa, hiç biri geçerli olmaz. Çünkü bunların
aralarında zıddiyet vardır. Bu durumda o oruç bir nafile olmuş olur.
85- Bir veya birkaç ramazandan orucu kazaya kalmış olan
kimse için uygun düşen, bunları kaza ederken: "Üzerine kazası ilk
vacib olan oruca" niyet etmektir. Bununla beraber böyle belirtilmeksizin
yalnız kazaya niyet etmesi de yeterlidir.
86- Bir kadın henüz adet içinde iken, geceleyin oruca
niyet edip fecirden önce temizlenecek olsa, orucu sahih olur.
87- Esir bulunan kimse, Ramazan ayının girip girmediğini
bilemezse araştırır ve kanaatına göre oruç tutar. Sonra bakılır: Eğer
orucu ramazana raslamışsa veya ramazandan yahut oruç tutulması yasak olan günlerden
sonra geceleyin niyet ederek oruç tutmuş ise, orucu ramazandan sayılır.
Ramazan günlerinden noksan olarak oruç tutmuşsa, bu noksan günleri kaza
eder. Fakat Ramazandan öncesine raslamışsa, caiz olmaz, yalnız nafile bir
oruç olur.
Oruçlu
İçin Mekruh Olan ve Olmayan Şeyler
88- Oruçlu olanın su ile ıslatılmış bir misvaki
kullanması İmam Ebu Yusuf'a göre mekruhtur. Fakat diğer alimlere göre,
sabahleyin yahut zevalden sonra yaş ve kuru misvak kullanmakta kerahet yoktur.
(İmam Şafiî'ye göre, zevalden sonra misvak kullanılması
mekruhtur.)
89- Oruçlu kimsenin istincada (büyük abdest temizliğinde)
ve abdest alırken ağzına, burnuna su verirken aşırı gitmesi, fazla su
doldurup taşırması mekruhtur.
90- Oruçlunun bir özrü bulunmaksızın pişirilen yemeği
yalnız ağzı ile tadması mekruhtur. Bir kocanın kötü huylu olması, karısı
için bir özürdür, böyle bir kadın pişireceği yemeğin, yutmaksızın,
tadına ve tuzuna bakabilir.
91- Oruçlu bir kimsenin satın alacağı bal ve yağ gibi şeylerin
iyi olup olmadığını anlamak için yalnız ağzı ile onlardan tadmasında
kerahet vardır. Bir görüşe göre, muhakkak satın alınması gerekiyorsa
yahut aldanmaktan korkuluyorsa, boğaza kaçırmamak şartı ile tadına bakılmasında
kerahet yoktur.
92- Oruçlu kimsenin, önceden çiğnenmiş beyaz ve parçalanmaz
bir sakızı çiğnemesi mekruhtur. Fakat yeni bir sakızı çiğnemek caiz değildir.
Erkekler oruçlu olmadıkları zamanlarda da sakız çiğnemeleri hoş değildir.
Bir özür sebebiyle çiğneyeceklerse, gizlice çiğnemeleri güzel görülmüştür.
93- Oruçlunun kan aldırması, orucunu koruyamayacak şekilde
zayıf düşmesinden korkulursa mekruhtur, değilse mekruh olmaz. Bununla
beraber uygun düşen, bunu güneş batışından sonraya bırakmaktır.
94- Ramazanda harareti azaltıp serinlenmek için ağza ve
buruna su almak ve soğuk su ile yıkanmak, İmamı Azam'a göre mekruhtur. Çünkü
böyle bir hareket, ibadet için bir daralma göstermek demektir. Fakat İmam Ebû
Yûsuf'a göre, bunda kerahet yoktur. Çünkü böyle yapmakla ibadete yardım
edilmiş ve doğal olan sıkıntı giderilmiş olur. Fetva da buna göredir.
95- Kendine güvenemeyen bir oruçlunun zevcesini öpmesi ve
okşaması mekruhtur.
96- Oruçlu kimsenin zevcesi ile çıplak olduktan halde
boyun boyuna sarılmaları kendine güvensin veya güvenmesin, her halde
mekruhtur. Bu harekete "Fahiş mübaşeret = Aşırı yaklaşma"
denir. Zevcesinin dudaklarını emmesi de, her halde mekruhtur, buna da "Fahiş
kuble = Aşırı öpüş" denir.
97- Oruçlu kimsenin cünüb olarak sabahlaması veya gündüzün
uyuyup ihtilam olması orucuna zarar vermez. Fakat mümkün olduğu halde
geceleyin yıkanmamak mekruh değildir, denemez.
98- Oruçlu kimsenin gül ve misk gibi kokuları koklaması
da mekruh değildir. Sürme çekmesi, bıyık yağı kullanması da mekruh değildir.
Ancak erkeklerin süs maksadı ile sürme çekmeleri ve bıyıklarına
yağ sürmeleri mekruhtur.
Orucu
Bozan ve Bozmayan Şeyler
99- Kasden yeyip içmek ve oruca aykırı olan işleri yapmak
orucu bozar. Bu işlerin bir kısmı yalnız kazayı ve bir kısmı da hem kaza,
hem de keffareti gerektirir. Bunlar açıklanacaktır.
100- Unutarak bir şey yemek ve içmek veya cinsel ilişkide
bulunmak orucu bozmaz. Bu hususta farz, vacib ve nafile oruçlar arasında bir
fark yoktur. Çünkü unutma ve yanılma ile yapılan işler bağışlanmıştır.
(Malikîlere göre, bunların her biri ile farz olan oruç
bozulur, kazası gerekir. Çünkü orucun rüknü olan imsak kaybolmuştur.)
101- Yanılarak yemek yiyen bir oruçluya raslanınca, bakılır:
Eğer oruç tutmaya güçlü görülüyorsa, ona oruçlu olduğunu hatırlatmamak,
tercih edilen görüşe göre, harama yakın mekruhtur. Fakat çok yaşlı ve
zayıf kimse olunca, diğer ibadetleri sağlam yapabilmesi için, ona hatırlatılmaz.
Uykuya dalmış bir kimseyi, vakti geçmeden namaz kılmak için uyandırmak da
bir görevdir. Uyuyan özürlü sayılır; fakat uyandırmayan özürlü sayılmayacağı
için günah işlemiş olur.
102- Uyku halinde bir şey yeyip içmek orucu bozar. Bu yanılma
işi gibi sayılmaz.
103- Oruçlu olduğu halde yemek yiyen kimseye: "Sen oruçlusun"
denildiği halde, hiç aldırış etmeyerek yemesine devam etse, sahih olan görüşe
göre, orucu bozulur ve ona kaza gerekir.
104- Hata yolu ile yeyip içmek de orucu bozar. Bunun için,
oruçlu olduğunu bildiği halde bir kimse, kasıd olmaksızın hata ile bir şey
yeyip içse, abdest alırken boğazından aşağı su kaçsa veya ağzına yağmur
ve kar daneleri düşüp midesine doğru gitse orucu bozulur ve üzerine kaza
gerekir. Fakat oruçlu olduğu hatırında yoksa, bunlardan dolayı orucu
bozulmaz.
105- Ağza su verip çalkaladıktan sonra ağızda kalan yaşlığın
tükrükle beraber yutulması orucu bozmaz.
Yine insanın baş kısmından burnuna inen akıntıyı
kasden içeri çekip yutması da orucu bozmaz.
106- Dişlerin arasından çıkan kan boğaza gidecek olsa,
bakılır: Eğer az olur da içeriye geçmezse, orucu bozmaz. Çünkü adet gereği
bundan korunmak mümkün değildir. Çok olmakla beraber çoğunluğu tükürük
teşkil ediyorsa, hüküm yine böyledir. Fakat çoğunluğu kan olur ve tadı
duyurulur bir halde veya kanla tükürük eşit bulunursa, yutulunca oruç
bozulur. Çıkarılan diş için de bu haller geçerlidir.
107- Ağızdan dışarı çeneye doğru iplik halinde sarkan
ve ağızdan kopup ayrılmayan ağız salyasını içeriye çekip yutmak da
orucu bozmaz. Çünkü bu halde henüz ağızdan çıkmamış sayılır.
Bunun gibi, herhangi bir sebeble ağızdan çıkıp yine ağıza
girerek boğaza giden bir su ile de oruç bozulmaz.
108- Kişinin konuşmakdan veya başka bir sebebden dolayı tükrükle
ıslanmış dudaklarını emmesi, orucunu bozmaz. Çünkü bunda bir zaruret
vardır.
109- Göz yaşı veya yüz teri ağıza girecek olsa, bakılır:
Eğer bir ve iki damla gibi az bir şey ise, orucu bozmaz. Çünkü bundan kaçınmak
mümkün değildir. Fakat tuzluluğu bütün ağız içinde duyulacak derecede
fazla olup da oruç hatırda iken yutulacak olsa, orucu bozar.
110- Yenilmesi kasdedilmeyen ve kendisinden kaçınılması mümkün
olmayan bir şeyin içeriye gitmesi orucu bozmaz. Onun için, ilaç olarak ağrıyan
dişe konulan karanfilin tadı tükrükle boğaza kaçarsa, havada dağılan bir
duman ve toz-topraktan, öğütülen veya tokmakla döğülen şeylerden kalkan
toz, orucu bozmaz. Uçan bir sineğin boğaza kaçması da böyledir. Fakat dişe
ilaç olarak konulan bir nesnenin mesela karanfilin yutulması orucu bozar.
Yine, oruçlu bulunduğunu hatırladığı halde, kokladığı
bir "Buhurun = Kokunun" dumanı içine gitse veya bir sineği tutup
yutsa, orucu bozulur. Böyle bozulan bir orucu kaza etmek gerekir.
111- Renk veren bir iplik parçasını defalarca ağıza alıp
çıkarmak orucu bozmaz. Fakat oruçlu olduğunu hatırlayan kimse, ağzına aldığı
herhangi bir renkteki ipliğin tükrüğünü yutacak olsa, orucu bozulur.
112- Dişlerin arasında kalmış olan bir yemek kırıntısı
yutulsa, bakılır: Eğer az bir şey ise, orucu bozmaz: fakat çok olursa
bozar. Nohut tanesinden küçük olan şey azdır, nohut danesi kadar olan şey
de çoktur. Bu bir ölçüdür.
113- Dişlerin arasında kalan susam veya buğday danesi gibi
pek az bir şeyi yutmak orucu bozmaz. Fakat böyle bir şey dışardan alınıp
yutulsa, orucu bozar. Bu halde, tercih edilen görüşe göre, keffaret de
gerekir. Ancak böyle pek az bir şey ağıza alınıp çiğnense oruca zarar
vermez. Çünkü bu ağız içinde dağılır bir zerre haline gelir. Ancak
bunun tadı boğaza giderse oruç bozulur.
Nohut büyüklüğünden az olup dişler arasında kalan bir
şey, ağızdan çıkarılıp sonra yenirse orucu bozar. Ancak sahih olan görüşe
göre keffaret gerekmez. Çünkü böyle bir şeyi yemek, olağan dışı bir iştir.
114- Bir kusuntu, kendiliğinden gelince bakılır: Eğer ağız
dolusu olmayıp içeriye dönerse, ittifakla orucu bozmaz. Fakat içeriye döndürülürse,
İmam Muhammed'e göre orucu bozar. Çünkü imsak kaybolmuştur, İmam Ebû
Yusuf a göre bozmaz; çünkü bu az olduğu için abdesti bozmadığı gibi,
orucu da bozmaz.
Fakat bu kusuntu ağız dolusu olup kendi başına içeriye dönecek
olsa, İmam Ebû Yusuf'a göre orucu bozar. Çünkü bu, taharete engeldir, İmam
Muhammed'e göre bozmaz; çünkü imsak kasden terkedilmiş değildir. Ancak böyle
bir kusuntu kısmen veya tamamen sahibi tarafından geriye çevrilirse,
ittifakla orucu bozar.
115- Bir kusuntu, sahibi tarafından kasden getirilince bakılır:
Eğer ağız dolusu ise, ittifakla orucu bozar. Çünkü bu hal, hem taharete,
hem de imsake engeldir. Bu halde, içeriye az çok bir şey dönüp gider. Bunun
için orucun kazası gerekir. Fakat ağız dolusundan az olup da kendi başına
geri dönerse, İmam Muhammed'e göre, orucu bozar. Çünkü bu imsake engeldir,
İmam Ebû Yusuf'a göre bozmaz; çünkü az olduğundan taharete engel değildir.
Bu kusuntu, içeriye çevrildiği takdirde, hem İmam
Muhammed, hem de İmam Ebû Yusuf'dan bir rivayete göre, orucu bozar, İmam Ebû
Yusuf dan diğer bir rivayete göre ise, bozmaz.
116- Yalnız yapışmak, öpmek ve oynamakla oruç
bozulmayacağı gibi, yalnız bakmak ve düşünmek sonucu olarak inzal olmakla
da bozulmaz. Bunun için bir kimsenin zevcesini öpüp okşaması ile onun orucu
bozulmaz.
Yine, zevcesinin veya başkasının yüzüne veya herhangi
bir uzvuna tekrar suretinde olsa dahi, bakması ile ve bakışından veya bunları
düşünüşünden dolayı şehvetle akıntı olması ile de orucu bozulmaz.
117- İki yoldan başka herhangi bir uzva yapılacak temas
sonunda inzal olmazsa, oruç bozulmaz. Fakat inzal olunca oruç bozulur ve yalnız
kaza gerekir. El ile meni getirmek veya hayvan ve ölüye temasla olan inzal da
böyledir.
118- Zevcesinin sıcaklığını duymayacak şekilde elbisesi
üstünden tutmakla inzal olsa orucu bozulmaz, sıcaklığını duymuşsa
bozulur.
Yine, bir kadın kocasını, inzal oluncaya kadar tutsa,
kocasının orucu bozulmaz. Fakat bu tutması, kocasının teklifi üzerine ise,
bu durumda orucunun bozulup bozulmamasında ihtilaf vardır.
119- Bir erkek zevcesini veya bir kadın kocasını öpüp de
erkekden meni, kadından bir yaşlık belirse, bunların orucu bozulmuş olur,
bundan dolayı da kaza gerekir. Kadın bu öpme sonunda bir yaşlık değil de,
bir lezzet duyacak olsa, İmam Ebû Yusufa göre orucu bozulur, İmam Muhammed'e
göre bozulmaz. Okşamak, el tutuşmak, boyuna sarılmak da, öpme gibidir.
120- Oruçlu olan kimse, büyük abdest temizliği yaparken,
içeriye su geçmemesi için nefes alıp vermemelidir. Bu temizlik üzerinde aşırı
gidilir de, su hukne yerine kadar ulaşırsa, orucu bozar. Hukne (lâvman için
kullanılan) bir ilaçtır. Bunu kullanmaya "İhtikan" denir. Hukne için
kullanılan özel alete de "Mıhkane = Şırınga" denir. Bu şırınganın
ucu, aşağıdan (makaddan) nereye kadar yetişirse, oraya varacak kadar yapılacak
bir istinca orucu bozar. Böyle bir istinca da pek az yapılabilir. Zaten bunun
yapılması sağlığa zararlıdır.
121- İhtikan (şırınga yapmak), buruna ilaç akıtmak,
kulağa yağ damlatmak orucu bozar ve kazayı gerektirir. Fakat kulağa giren
su, orucu bozmadığı gibi, kulağa dökülen su da, tercih edilen görüşe göre
orucu bozmaz. Bunun gibi, üzerinde kulak kiri bulunan bir karıştırıcının
kulağa birkaç defa sokulup çıkarılması ile de oruç bozulmaz. (İmam Şafiîye
göre bozar.)
122- Erkeğin tenasül aletine damlatılan su veya yağ,
mesaneye kadar gitse bile, İmamı Azam ile İmam Muhammed'e göre orucu bozmaz.
Fakat mesaneye kadar gitmeyip de tenasül organı içinde kalırsa, ittifakla
bozmaz.
123- Su veya yağ ile ıslanmış bir parmağın ön veya
arka tarafa sokulması, oruç hatırlanması halinde olursa orucu bozar. Unutma
halinde ise, bozmaz. Kuru bir parmağın sokulması, her iki halde de orucu
bozmaz.
124- İnsanın derisinden içeriye sızan şeyler orucu
bozmaz. Bunun için vücuda sürülen bir yağ veya yıkanılıp içeriye soğukluğu
geçen bir su, orucu bozmaz.
Yine, göze dökülen bir ilaç orucu bozmaz, boğazda
duyulsa bile... Göze sürülen bir sürme de böyledir, izi ve rengi tükürükte
görülse de... Çünkü bunların öyle içeriye geçmesi derideki emişlerledir.
125- Oruçlunun kendi işi olarak ağzından başka, vücudunun
herhangi bir kısmından içine tamamen sokulup kaybolan veya başkası tarafından
sokulup vücuda yarar sağlayan herhangi bir şey orucu bozar. Bu hususta içeriye
giden şeye bakılır, gittiği yola bakılmaz. Bundan dolayı bir kimsenin başkası
tarafından herhangi bir uzvuna saplanıp vücutta kaybolan odun ve demir
benzeri bir şey orucu bozar. Fakat böyle bir şeyin bir ucu dışarda kalmış
olursa, orucu bozmaz. Bir parçası içeriye sokulmuş olan bir süngü veya bir
odun parçası gibi...
Yine, iç boşluğa veya dimağa kadar uzayan derin bir
yaraya konulan yaş bir ilaç, içeriye veya dimağa kadar geçince orucu bozar,
kazayı gerektirir.
Bu mesele, İmam Serahsinin "Mebsut" adlı kitabındaki
açıklamasına bakılırsa, İmamı Azam'a göredir. Bu esas üzerine denilir
ki, Ramazanda gündüz vakti vücuda yapılan iğne de orucu bozar ve kazayı
gerektirir. Çünkü bu, hem oruçlunun rızası ie yapılmakta, hem de vücudun
yararına yapılmış bulunmakladır. İğne aracılığı ile vücudda bir yol
açılıyor ve böylece ilaç tam vücudun içine akıtılmış oluyor. Artık
bu şekilde ilacın içeriye girmesi, suyun deriden emilerek içeriye geçmesi
gibi değildir. Bundan dolayı açık bir ihtiyaç veya zaruret bulunmayınca, iğneler
iftardan sonra yapılmalıdır. İhtiyata uygun olan budur.
Hatta bir görüşe göre, başkası tarafından sokulup vücudun
içinde kaybolan demir parçası gibi bir şey, vücudun yararına olmadığı
halde, yine orucu bozar.
İki imama gelince, bunlara göre bir şey, tabiî yoldan içeriye
gitmedikçe oruç bozulmaz. Çünkü oruç; "Yaratılışta bir yol ve
kanal olan bir uzuvdan (organdan) bir şeyi içeriye sokmaktan kendini tutmaktır."
Biz böyle bir imsak ile emrolunmuşuz. Bu hususta geçici olan yol ve kanallara
itibar edilmez.
Bunun için dışardan bir yaraya konulan ilaç, boşluğa
kadar gitse de, orucu bozmaz. Vücudun derisini yırtarak içeriye gidip
kaybolan bir demir, bir kurşun parçası hakkında da hüküm böyledir. Buna göre
iğne ile de orucun bozulmaması gerekir. Evvelce, fetvahane tarafından da bu
yolda fetva verilmişti. Fakat daima ihtiyat yolunun gözetilmesi iyidir.
126- Baştaki veya karındaki bir yaraya konulup yaranın ıslaklığı
ile dimağa veya boşluğa gitmeyen bir ilaçtan ittifakla oruç bozulmaz. Fakat
böyle bir yaraya konulup dimağa veya ileriye gidip gilmediğinden şübhe
edilen sıvı bir ilaç, İmamı Azam'a göre orucu bozar. Çünkü böyle bir
ilaç adet bakımından içeriye geçer, iki imama göre, bununla oruç bozulmuş
olmaz. Çünkü böyle şübhe ile oruç bozulamayacağı gibi, tabiî olmayan
bir yoldan içeri giren bir ilaç ile de oruç bozulmaz.
Kaza
Edilmesi Gereken ve Gerekmeyen Oruçlar
127- Yolculuk veya hastalık özrü ile Ramazan orucunu
tutmamış olan kimse, bunları kaza etmeye elverişli bir vakit bulamadan önce
ölse, üzerine kaza gerekmediği gibi, fidye vermesi de lazım gelmez. Ancak
oruçları için fidye verilmesini vasiyet etmiş olursa, malının üçte
birinden bu vasiyetin yerine gelirilmesi gerekir.
Fidye, fakir bir kimseyi sabah ve akşam doyuracak olan bir günlük
yiyecektir. Bu, bir fitre sadakasına eşittir.
128- Yolculuk veya hastalık sebebi ile Ramazan orucunu
tutamamış olan kimse, bunun tamamını veya bir kısmını kaza edebilecek bir
zaman bulmuş olduğu halde, bunları kaza etmeden ölürse, malı olduğu
takdirde, kazaya kalan her gün için malının üçte birinden ödenmek üzere
bir fidye ödenmesini vasiyet etmesi gerekir. Bu fidye fakirlere verilir. Bir özrü
olmaksızın kasden Ramazan orucunu tutmayan kimse üzerine de, öldüğü zaman
malının üçte birinden fidye verilmesini vasiyet etmelidir ki, bu vacibdir.
Kaza edecek zaman bulamasa da hüküm aynıdır. Çünkü yapılması mümkün
olan bir ibadeti terk etmiştir. Vasiyet etmediği takdirde, varislerin bu
fidyeyi vermeleri üzerine vacib olmaz, isterlerse kendi mallarından bir bağış
olarak verebilirler. Varisler ve varis olmayanlar, ölü adına orucu tutmak
suretiyle kaza edemezler. Böyle beden ile yapılan ibadetlerde, başkasına
vekalet edilemez. Ancak kendileri için tuttukları oruçların sevabını ölüye
bağışlayabilirler.
(İmam Şafiîye göre, ölü vasiyet etsin veya etmesin,
onun geriye bıraktığı malın tümünden kazaya kalmış oruçlarının
fidyesi verilir. Böyle bir ölü adına da velisi oruç tutabilir.)
129- Tutulamayan oruçlardan dolayı fidye verilmesi, Ramazan
orucu ile Ramazan ayından kazaya kalan oruçlara ve nezir oruçlarına
mahsustur. Yemin ve adam öldürme keffaretleri için gereken oruçları
tutmaktan aciz kalan kimsenin, daha hayatta iken fidye vermesi caiz değildir.
Fakat bu oruçlar için vasiyet etmesi caizdir.
130- Bozulan herhangi bir nafile orucun kazası gerekir,
ister bu orucu bozma, oruçlunun kendi isteği ile olsun, ister olmasın aynıdır.
Bunun için nafile oruç tutmaya başlayan bir kadın, adet görecek olsa, sahih
olan görüşe göre, bu orucu kaza etmesi gerekir. Çünkü başlanmış bir
ibadeti yarıda bırakmamak ve yüklenilen bir din görevini yok etmemek
vacibdir, gereklidir.
(Şafiîlere göre böyle bir oruçlu serbesttir, dilerse bu
orucu kaza eder, dilerse etmez. Çünkü üzerine vacib olmayan bir ibadete başlamıştır.
Yerine getirmediği fazladan bir ibadet için kendisine kaza gerekmez.)
131- Bir kimse, fecrin doğuşundan sonra kaza orucuna niyet
etse, bu oruç kaza yerine geçmez, nafile bir oruç olur. Çünkü geceden
niyet edilmesi gerekirdi. Bu orucu bozacak olsa, ayrıca kazası gerekir.
132- Ramazanın başından sonuna kadar baygın bir halde
olan kimse, sonradan kendine gelince, üzerine kaza gerekmez. Bunda ittifak vardır.
Çünkü bayılma hali bir hastalıktır. Fakat böyle bir halin bu kadar uzaması
da çok az olur. Nadir olan şeylerdeki güçlük de izne sebeb olamaz.
133- Delirmiş olan bir adam, Ramazan içinde kendine gelip
iyileşse, geçmiş günleri kaza eder. Fakat bir kimsenin delirmesi Ramazanın
başından sonuna kadar veya son günün zevalinden sonraya kadar devam etse,
sonradan iyileşmekle kendisine kaza gerekmez. Çünkü bunda güçlük vardır:
Sahih olan da, budur. Yine böyle delirmiş olan kimse, Ramazan gecelerinden
birinde iyileşip de, sonra fecirden itibaren yine delirse, üzerine kaza
gerekmez.
Delirmiş olan kimsenin iyileşmesi, kendisindeki delirmenin
tamamen ortadan kalkması ile olur.
(Malikîlere göre, delirme de bayılma gibidir. Onun için
kazası gerekir.)
134- Orucu kazaya kalan kimse, bunu kaza etmeden ilerki
Ramazana yetişince, gelen Ramazan orucunu, kaza orucundan önce tutar. Çünkü
kaza için zaman geniştir ve elverişlidir.
(Şafîîlere göre, bir ramazana ait kaza orucunu, diğer
Ramazan gelmeden önce tutmak gerekir. Önceki Ramazan orucu tutulmadan ikinci
bir Ramazan gelince, hem kaza ve hem de her gün için bir fidye vermek gerekir.
Çünkü kaza vaktinden çıkarılmıştır. Kazayı vaktinden sonraya bırakmak
ise, yerine getirilmesi gereken bir ibadeti sonraya bırakmak gibidir. Hanefi
mezhebinde, kaza için belli bir vakit gösterilmemiştir. Buna dair ayet-i
kerime kazayı herhangi bir vakitle sınırlandırmış değildir.
135- Bir gayrimüslim Ramazan ayı içinde müslüman olduğu
halde, geri kalan günleri oruç tutmayacak olsa, bakılır: Eğer küfür diyarında
İslam'a girmişse ve Ramazan ayı çıkıncaya kadar orucun farz olduğunu öğrenmemişse,
özürlü sayılır. İslama girdikten sonra geçirdiği günler için kaza
etmesi gerekmez. Fakat İslam yurdunda ihtida (islam dinini kabul) etmişse, her
halde kaza etmesi lazımdır. Çünkü İslam ilinde bu gibi cehalet özür sayılmaz.
136- Çocuklar için oruç tutmak, namaz gibidir. Bunun için
on yaşında bulunan bir çocuğa oruç tutması emredilir. Tutmasa hafifçe dövülebilir.
Bununla beraber tutmazsa, kaza etmesi gerekmez. Bir de çocuğun oruca gücü
yetmelidir. Oruçtan zarar görecek olan çocuğa: "Oruç tut" diye
emredilmez.
Keffareti
Gerektirmeyen Oruçlar
137- Ramazan orucundan başka hiç bir orucun bozulmasından
dolayı bir ceza ve geçmişteki kusuru düzeltme olarak iki ay oruç tutmak
gerekmez. Çünkü Kur'an'ın açık beyanı, yalnız tutulan Ramazan orucunun
bozulması üzerine keffareti gerekli kılmaktadır.
138- Ramazan orucunun bozulmasından dolayı keffaret
gerekmesi için, hem şekil ve hem de mana bakımından iftar (orucu bozan bir
şey) gerçekleşmelidir. Bu da, adet olarak gıdalanmak, tedavi olmak veya
lezzetlenmek kasdi ile yenip içilen şeylerden birini kendi isteğiyle ve
kasden yutmakla veya bir canlı kişiye kendi isteğiyle kasden iki yoldan
biriyle cinsel ilişki kurmakla meydana gelir. Bunda inzal olması şart değildir.
Bunun için gıda sayılmayan, beden için elverişli
olmayan, aslen murdar olup kendisinden tiksinilen bir şeyin rıza ile ve kasden
yenip içilmesinden veya bir ilacın ağızdan başka bir yerden içeriye akıtılmasından
dolayı keffaret gerekmez.
Yine, diri bir insana başka bir taraftan veya ölü insana
normal yoldan, ölü veya diri bir hayvana herhangi bir taraftan isteyerek yapılan
ve inzal bulunan temaslar da bu hükümdedir. Yalnız kazayı gerektirir. Dinde
yasak ve haram olan işleri yapmak da ayrıca azaba sebeb olur.
(Şafîîlere göre, ölü veya hayvan hakkındaki cinsel ilişki
keffareti gerektirir. Çünkü bu halde, oruca engel olan bir temas bulur.)
139- Keffaret, oruç tutmamanın değil, orucu bozmanın bir
cezasıdır. Bunun için bir kimse, Ramazanda oruca asla niyet etmediği gibi,
asla iftar da etmeyip imsak etmiş bulunsa (oruç tutsa), üzerine yalnız kaza
lazım gelir.
Fakat İmam Züfer'e göre, oruç için mutlak surette imsak
yeterlidir. Bunun için, niyet bulunmasa da, yalnız imsak yapılsa oruç
tutulmuş olur. Artık ne kaza, ne de keffaret lazım gelir. Bu durumda kasden
yapılacak bir iftar hem kazayı, hem de keffareti gerektirir.
Yine; Oruca asla niyet etmediği halde, gündüzün kasden
iftar edilse, yalnız kaza gerekir. Böyle bir yersiz davranıştan dolayı, ayrıca
sorumluluk doğar. Tevbe edip mağfiret dilemek gerekir. Fakat keffaret
gerekmez.
Yine, geceleyin niyet edilmeyip sabahleyin zevalden önce (nehar-i
şer'înin yarısından önce) oruca niyet edilip de, ondan sonra kasden iftar
edilecek olsa, yine yalnız kaza gerekir, keffaret gerekmez. Bu İmamı Azam'a göredir,
iki İmama göre (İmam Muhammed - İmam Ebû Yusuf), niyet bulunmaksızın
imsak edilse (oruç tutulsa) veya zevaldan sonra iftar edilse, kaza lazım
gelir, keffaret gerekmez. Fakat zevalden önce iftar edilse, hem kaza, hem de
keffaret gerekir, çünkü zevalden önce oruca niyet edilmesi mümkündür.
(İmam Malik'e göre, bir özrü bulunmadığı halde iftar
eden her mükellef üzerine keffaret gerekir. İmam Şafiî'ye göre, yalnız
cinsel ilişkiden dolayı keffaret gerekir ve bu iş tekrarlandıkça, keffaret
de tekrarlanır. Çünkü keffaretlerde ibadet manası daha yüksektir,
ibadetlerde tedahül (birkaç keffaretin bir sayılması) mümkün değildir.
140- Ramazanda oruca niyet etmiş bir kimse için bilerek ve
isteyerek yenilmesi ve içilmesi keffareti gerektiren şeylerden bir kısmı şunlardır:
Ekmek, yemek, yağ, peynir, buğday, kavrulmuş arpa, yağ
ile yoğrulmuş darı otu, pişmiş veya çiğ et, su, kar, dolu, sebze suları,
karpuz, kavun, yaş ve kuru meyveler, yaş olup temiz bulunan karpuz kabuğu, üzüm
tanesi, taze küçük üzüm yaprağı, yenen diğer yapraklar, bitkiler,
safran, misk, kafur, herhangi bir ilaç, yenmesi adet halinde olan çamur,
kilermeni, gebenin canı isteyip yiyeceği çamur, bütün içkiler, tütün,
nargile, enfiye, emilen bir şekerin boğaza giden tadı.
Bunlarda, yenip içilmek bakımından şeklen iftar bulunduğu
gibi, bedenin yararına elverişli bulunmaları veya bunlarla lezzetlenilmesi
bakımından da mana yönünden iftar vardır.
141- Kasden yutulacak bir taş, bir demir, bir kurşun, bir
çekirdek, kuru kabuklu bir fındık veya badem, orucu bozar. Kazayı
gerektirirse de, keffaret icab etmez. Çünkü bunlarda şeklen iftar varsa da,
yenilmeleri adet edinilmediğinden mana bakımından iftar yoktur.
Yine, yutulan bir kağıt parçası, bir pamuk, adi çamur,
bir toprak, kuru bir ot, bir saman parçası, yetişmemiş ayva, tanesi kuru
veya yaş kabuklu ceviz tanesi, kabuklu yumurta kazayı gerektirirse de,
keffareti gerektirmez. Çünkü adet bakımından bunlarla gıdalanılmaz ve
bunlarda tedavi kasdedilmez. Kuru fıstık ise, içi olduğu halde çiğnenirse,
keffareti gerektirir. Çiğnenmeden yutulursa, keffareti gerektirmez. Fıstığın
başı yarılmış olsa da, hüküm yine aynıdır.
142- Kuru pirinç, kuru darı, mercimek, fiğ de keffareti
gerektirmez. Çünkü bunlarla gıdalanmak adet değildir.
Buruna kaçan su veya akıtılan ilaç da böyledir. Çünkü
bunlarda, rıza ile yutup iftar yapmak yoktur. Sadece bir yararlanma ise, yalnız
kazayı gerektirir.
143- Başkasının tükrüğünü, başkasının ağzından
çıkmış olan lokmayı, kendi ağzından çıkıp da biraz dışarda kalmış
olan lokmayı alıp yutmak da yalnız kaza gerektirir, keffaret gerekmez. Çünkü
insan yaratılışı bakımından bunlardan tiksinir. Geçerli sayılan rivayete
göre, kan da böyledir. Fakat dostun tükrüğünü alıp yutmak, Ramazan orucu
için keffareti gerektirir. Çünkü bununla lezzetlenir. Afyon gibi sarhoşluk
veren kuru otlar da böyledir.
Sonuç: Keffaret, insanları bazı işlerden engellemek içindir.
Bu engelleme, yenip içilmesi adet olan ve yaratılış gereği kendilerine
meyil duyulan şeylere karşı uygulanır, insanlar yaratılışı gereği
tiksineceği şeylerden zaten kaçınacakları için bunlardan dolayı zorlamaya
gerek yoktur.
144- Yenilmesi adet halinde olan bir şeyi Ramazanda oruçlu
iken unutarak ağzına alan kimse, oruçlu olduğunu hatırlayınca hemen onu ağzından
çıkarıp atması gerekir. Fakat ağzındakini çıkarmayıp yutarsa, üzerine
keffaret gerekir. Ancak ağzından çıkarır da onu soğuduktan sonra yutacak
olursa, yalnız ona kaza gerekir. Çünkü böyle bir şeyi yutmak tiksinti
veren bir şeydir.
145- Bir kimse, fecir doğduğu halde, henüz doğmamıştır
zannı ile sahur yemeğini yese veya güneş batmamış olduğu halde, battı
sanarak iftar etse, üzerine kaza gerekir, keffaret lazım gelmez. Çünkü
kasden iftar etmiş değildir.
146- Bir kimse, Ramazanda zevcesine: "Bak, fecir doğmuş
mu, doğmamış mı?" dedikten sonra, kadın bakıp henüz doğmadığını
haber vermesi üzerine, o kimse oruca aykırı bir harekette bulunsa; fakat daha
sonra fecrin doğmuş olduğu anlaşılsa, kendisine yalnız kaza gerekir,
keffaret gerekmez. Fakat kadın fecrin doğmuş olduğunu bilerek böyle bir
harekette bulunmuş ise, ona keffaret de lazım gelir.
147- İki kimse güneşin battığına, iki kimse de güneşin
henüz batmamış olduğuna şahidlik ettiği halde iftar edilecek olsa ve
sonradan güneşin batmamış olduğu anlaşılsa, bundan dolayı ittifakla yalnız
kaza gerekir. Keffaret gerekmez.
148- İnsanların hukukunda iki kimsenin şahidliği isbata
yeterli olduğu gibi, oruç hakkında da böyle şahidlik ettikleri halde, bir
kimse yemek yeyip sonradan fecrin doğmuş olduğu anlaşılsa üzerine hem
kaza, hem de keffaret gerekir. Bunda ittifak vardır. Bu konuda bir şeyin yokluğuna
şehadet (fecrin doğmadığını söylemek) isbat hususundaki şehadete (fecrin
doğmuş olmasına) karşı çıkamaz.
Fakat bu hadisede böyle şehadet edenler birer kimse olsa,
yalnız kaza gerekir. Çünkü fecrin doğuşu hakkında bir kişinin şahidliği
tam bir delil değildir.
149- Unutarak bir şey yiyen veya fecir doğmuşken, henüz
doğmamıştır sanarak veya uyku halinde oruca aykırı bir harekette bulunan
kimse, artık orucunun bozulduğunu zannederek tekrar kasıdlı olarak yese, üzerine
keffaret gerekmez. Bu unutma ile orucunun bozulmayacağını bildiği halde
iftar etse, İmamı Azam'a göre yine keffaret gerekmez. Sahih olan da budur.
Çünkü bunda orucun bozulma şüphesi vardır.
150- Kendisine içten kusuntu gelen veya ağzına su verirken
hata eseri boğazına su kaçan veya bir kadının güzelliğine bakan kimse,
bununla orucun bozulduğunu sanarak Ramazanda kasden iftar edecek olsa, üzerine
keffaret gerekmez. Fakat bununla orucun bozulmayacağını bildiği halde iftar
etse, keffaret de gerekir. Çünkü burada şüpheye yer yoktur.
151- Bir kimse Ramazanda gündüzün misvak kullansa veya gıybet
etse de bu yüzden orucun bozulduğunu sanarak iftar etmekle üzerine keffaret
gerekmez. Fakat bununla orucun bozulmayacağını öğrenmiş ise, keffaret
gerekir.
152- Ramazan günü ihtilam olan kimse, orucunu bozsa bakılır:
Eğer bu ihtilamla orucunun bozulmuş olduğunu zannetmiş ise, üzerine
keffaret gerekmez. Fakat bununla orucun bozulmayacağını biliyordu ise,
keffaret gerekir.
153- Ramazan ayında oruçlu olduğunu unutarak cinsel ilişkide
bulunan kimse, oruçlu olduğunu hatırlar hatırlamaz, kendini geri çekse,
orucu bozulmuş olmaz. Sonradan inzal zarar vermez. Bu, bir ihtilam gibi olmuş
olur. Fakat hiç hareket etmeksizin inzal oluncaya kadar duracak olsa, kendisine
yalnız kaza gerekir. Fakat kendisini tahrik ettiği takdirde, keffaret gerekir.
Çünkü bu durumda cinayet tamamlanmış olur. Kendini geri alıp tekrar münasebette
bulunmak da, böyle keffareti gerektirir. Böyle bir ilişkinin ikinci fecir
zamanına raslaması halinde de hüküm aynen geçerlidir.
154- Bir kadın oruca niyet ettikten sonra uyuduğu veya geçici
olarak cinnet getirdiği halde, kocası onunla ilişki kursa, orucu bozulur, üzerine
yalnız kaza gerekir, keffaret icab etmez.
155- Ramazan günü nefsini bir çocuğa veya bir mecnuna
teslim edip cinsel ilişki kuran oruçlu bir kadın hakkında ittifakla keffaret
gerekir.
156- Ramazan günü zor kullanmak suretiyle yapılan cinsel
ilişkiden dolayı, bu işe zorlanan kimseye yalnız kaza gerekir, keffaret
gerekmez.
Zor kullanmak, can almak, bir azayı (organı) kesmek veya
bunlardan birine sebebiyet verecek şekilde dövmekle yapılan zorlamadır. Yalnız
üzüntü ve acı verecek derecede olan dövmek veya yalnız hapsetmek suretiyle
yapılan bir zorlamadan dolayı orucu bozmak keffareti düşürmez.
157- Bir yolcu zevaldan önce memleketine (ikamet vatanına)
dönmekle bir şey yememiş olduğu halde oruca niyet edip ondan sonra kasden
orucunu bozacak olsa, üzerine keffaret gerekmez.
Zevalden önce iyileşip kendine gelen bir mecnun niyet etmişken,
sonra orucunu bozarsa, ona da keffaret gerekmez.
158- Orucunu bozan kimseye, o gün oruç tutmamasını mubah
kılacak bir hal gelirse, ondan keffaret düşer.
Misal: Sağlıklı bir kimse, Ramazanda oruca niyet etmişken,
gündüzün orucunu bozsa da aynı günde bayılsa veya bir kadın adet görmeğe
başlasa yahut oruç tutamayacak bir halde hastalansa, üzerine yalnız kaza
gerekir, keffaret gerekmez. Doğru olan görüş budur. Bunlar birer semavi özürdür.
Fakat böyle bir kimse, kendini yaralayıp da oruç tutamaz
hale gelse, sahih olan görüşe göre, üzerinden keffaret düşmez. Çünkü
bu duruma düşmeye kendisi sebeb olmuştur.
Yine, orucu açtıktan sonra isteyerek veya zorlanarak
yolculuğa çıksa, yine keffaret düşmez. Çünkü yolculuk semavî bir özür
değildir.
Sefere (yolculuğa) çıktıktan sonra orucu bozmak ise, yalnız
kazayı gerektirir. Çünkü o gün aslen oruç tutmakla mükellef değildi.
159- Ramazanda oruçlu olarak yolculuğa başlamış bir
kimse, unutmuş olduğu bir şeyi almak için evine dönüp de bir şey yedikten
sonra tekrar yola çıksa, üzerine keffaret gerekir. Çünkü evine dönmekle
yolculuktan çıkmış olduğundan yemek yediği sırada mukim sayılmıştır.
Fakat beldenin evlerini geçtikten sonra bir şey yeyip de, ondan sonra evine dönüp
yine bir şey yiyecek olsa, üzerine keffaret gerekmez. Böyle yedikten sonra
yolculuktan tamamen vazgeçmiş olsa da yine keffaret gerekmez. Çünkü bu
yemesi bir ruhsat (izin) haline rasgelmiştir.
(Zahirîye mezhebine göre, yolculuk halinde oruç tutmak
nassa (Kur'anın hükmüne) aykırı olacağından aslen caiz değildir. Diğer
mezheblere göre, yolcu serbesttir, dilerse orucunu tutar, dilerse tutmaz.
Sonradan kaza eder. Öyle ki, kendisine zarar vermezse, orucunu tutması bizce
daha iyidir.)
Oruç
Tutmamayı Mubah Kılan Özürler
160- Aşağıdaki on sebebden ötürü oruç tutmamak veya
tutulmuş bir orucu bozmak mubahtır:
1) Yolculuk: Ramazanda en az üç günlük (on
sekiz saatlik) bir yere gidecek olan kimse, geceden oruca niyet etmeyebilir.
Bundan dolayı o gün yola çıkınca oruçlu bulunmamış olur. Fakat bir kimse
oruç tuttuktan sonra, gündüzün yolculuğa çıksa, bu yolculuk o ilk gün için
bir özür sayılmaz, orucuna devam etmesi gerekir. Ancak o gün yola çıkar
da, ondan sonra orucunu açarsa, kendisine keffaret gerekmez, yine sadece kaza
gerekir.
2) Hastalık: Bir hasta canının helak olacağından
veya aklının gitmesinden veya hastalığının artmasından veya uzamasından
korkacak olursa, oruç tutmayabilir ve tutmuş olduğu orucu bozabilir. Sonradan
iyileşince tutamadığı günleri kaza eder. İlerlemesinden korkulan göz ağrısı
da böyledir; çünkü bu da bir hastalıktır.
Bununla beraber yalnızca bir kuruntuya bağlı korku yeterli
değildir. Ya hastanın tecrübesinden veya görülen belirtilerden dolayı
kendisince kuvvetli bir zan bulunmalıdır. Yahut uzman olan müslüman bir
doktor tarafından haber verilmelidir.
Oruç tuttuğu takdirde, böyle hasta olacağı delilden doğan
kuvvetli bir zanna veya yetkili müslüman bir doktorun haberine dayanan sağlam
bir kimse de hasta hükmündedir.
Yine, ağır sıtma nöbetine tutulan kimse, henüz sıtma
belirmeden orucunu bozacak olsa, bunda bir sakınca yoktur. Fakat gün aşırı
sıtmaya tutulan kimse, belli günde sıtmanın geri dönmesi sebebiyle
kendisini zayıf düşüreceğini düşünerek orucunu bozduğu halde, sıtma
meydana çıkmamış olsa, kendisine keffaret gerekmez.
3) Düşmanla Cihad: Ramazanda düşmanla savaşacak
bir İslâm mücahidi, düşman karşısında zayıf düşeceğinden korkarsa,
oruç tutmayabilir. Sonra savaş yapılmasa da yine kendisine kazadan başka bir
şey gerekmez.
4) Zorlama (ikrah) Hali: Hayata tesir edecek
veya bir uzvun (organın) telef olmasına sebebiyet verecek şekilde bir
zorlamadan dolayı oruç açılabilir, bu caizdir. Bununla beraber yolcu veya
hasta bulunmayan bir kimse, böyle bir zorlamaya rağmen ramazan orucunu bozmaz
da zulmen öldürülürse günahkar olmaz, daha büyük bir sevab kazanır ve
dindeki sağlamlığını göstermiş olur. Fakat yolcu veya hasta olan kimse,
bu zorlamaya rağmen orucunu açmaz da öldürülecek olursa, günaha girmiş
olur. Çünkü bunlar için aslında oruçlarını açma izni dinde vardır. Bu
ruhsattan zorlanma halinde yararlanmamak doğru olmaz.
5) Şiddetli açlık ve susuzluk: Oruçlu bir
kimse açlıktan veya susuzluktan dolayı helak olmasından veya aklına bir
noksanlık gelmesinden bir tecrübeye ve belirtiye veya müslüman bir doktorun
haberine dayanarak korkarsa, orucunu sonra kaza etmek şartı ile bozabilir.
6) Gebelik, süt annelik: Şöyle ki, Ramazanda gebe
bulunan, ya kendisinin veya başkasının çocuğuna süt veren bir kadın,
kendisine veya çocuğa bir zarar gelmesinden korkarsa, orucunu bozabilir. Sonra
onu kaza eder. Ancak süt analığı gerçekleşmiş olmalıdır, çocuğa süt
verecek kendisinden başka bir kimse bulunmamalıdır. Yahut bulunduğu halde çocuk
memesini emmemelidir.
7) Hayz ve Nifas Hali: Bir kadın Ramazanda gündüzün
adet görmeğe başlarsa veya çocuk doğurursa, orucu bozulmuş olur. Artık
adet günlerinde ve lohusalık müddetinde oruç tutamaz, caiz değildir.
Fakat bir kadın adet günü sanarak orucunu bozduğu halde,
o gün adet görmemiş olursa, kendisine keffaret de gerekir. Tercih edilen görüş
budur.
Ramazanda adet gören bir kadın geceleyin adet kesilip
temizlenecek olsa bakılır: Eğer adet günleri tam on gün ise, ertesi gün
ramazan orucuna başlar. Fakat on günden az ise, adeti kesildikten sonra imsak
vaktine kadar yıkanmasına yetecek kadar fazla bir zaman kalmışsa, yine oruca
başlar. Bu kadar bir vakit bulunmaz ise, yıkanması arkasından hemen imsak
zamanı olursa, o gün oruca başlamaz; çünkü böyle on günden noksan adet görenler
hakkında yıkanma müddeti de adet vaktinden sayılır.
8) Ziyafet: Ziyafet vermek veya bir ziyafete çağrılmak,
nafile oruçları bozmak hususunda bir özür sayılabilir. Bunun için,
sonradan kaza edebileceğine güvenen kimse, vereceği veya çağrıldığı bir
ziyafetten dolayı, nafile olarak tutmuş olduğu orucunu bozabilir. Çünkü
orucuna devam ettiği takdirde, bir müslüman kardeşini gücendirmiş
olabilir.
Bir görüşe göre, nafile oruç ziyafet için zevalden önce
açılabilirse de, zevalden sonra artık açılamaz. Eğer ana ve babanın
haklarına riayetsizliği gerektiren bir hal olursa, o zaman bu oruç
bozulabilir. Ziyafet, farz ve vacib oruçlar için bir özür değildir.
9) Talaka (boşamaya) Yemin: Nafile
veya kaza orucuna başlamış olan bir kimseye orucunu bozması için bir şahıs
kendi hanımının boş olmasına yemin etse, orucunu bozmazsa karısının boş
olacağını söylese, bu oruçlunun o yemin eden adamı zarardan ve eziyetten
kurtarması için orucunu açması mendub olur. Bazı alimlere göre, daha
istiva zamanı olmamış ise, bu mendubdur (iyidir), değilse mendub olmaz.
Fakat yemin eden kimse oruçlunun babası ise mendub olur.
10) Yaş büyüklüğü: Kendisine şeyh-i fani
denilen çok yaşlı ve güçsüz bir kimse oruç tutmayabilir.
Şeyh-i fani, o ihtiyar kimsedir ki, ölünceye kadar vücuduna
zafiyet gelir ve tekrar kuvvet bulmadan ölür. Böyle bir kimse için her
ramazan gününün orucuna karşılık bir fidye vermek gerekir. Bu fidye
ramazanın başında verilebileceği gibi, sonra da verilebilir. Birçok fakire
verilebileceği gibi, bir fakire de verilebilir. Bunun için otuz günün
fidyesi, ibahe (yemek yedirmek) sureti ile de ödenebilir. Şöyle ki, her günün
orucuna bedel fakire sabah-akşam doyacak kadar yemek yedirilmesi yeterli olur.
161- Sağlığında üzerine borç kalan fidyeleri ödemeyen
kimsenin, malı varsa, bunların ödenmesini vasiyet etmesi gerekir. Eğer
geriye bıraktığı mal, fidye borçlarını karşılamayacak derecede ise veya
ölü hakkında bağış yapmak isteyenin koyduğu para yetmiyorsa
"devir" yapılır. Buna "İskat-ı Savm" denilir. ("İskat-ı
Salât" bölümüne bakılsın.)
162- Kendisini şeyh-i fani sanıp fidye vermiş olan kimse,
sonradan oruç tutmaya güç kazansa, fidyenin hükmü kalmaz. Oruç tutması ve
geçmiş günleri kaza etmesi gerekir.
163- Yolcu, hasta hayz ve lohusa halinde bulunanların
kendilerini oruçlu gibi göstermeleri gerekmez. Yolcu ile hasta aşikare
yiyebilirler. Ancak kendilerini yolcu veya hasta tanımayan insanlara karşı açıkta
yemeleri uygun değildir. Suçlanmadan kurtulmak ve din kardeşlerine saygı göstermek
için meydanda yememelidir. Haiz ve lohusa için de, gizli yiyip içmek edebe
daha uygundur.
164- Oruç tutması gerekmeyen bir kimse, ramazan günleri içinde
oruç tutmasını gerektiren bir hal ile karşılaşırsa, günün geri kalanını
oruç tutması (yeyip içmemesi) uygundur. Örnek: İmsak vaktinden sonra
temizlenen haiz veya lohusa bir kadın, o günün akşamına kadar imsak
etmelidir.
Yine, bir yolcu oruçlu olarak sabahlayıp da ondan sonra
beldesine dönse veya başka bir beldeye girip ikamet etse veya oruçlu olmadığı
halde imsak vaktinden sonra ikametgahına dönse, artık o günün akşamına
kadar imsak etmelidir. İftar etmesi çirkindir.
Yine, imsak vaktinden sonra sağlığa kavuşan bir hasta,
aklını kaybettikten sonra kendine gelen bir mecnun, buluğa eren çocuk, İslamı
kabul etmekle ihtida eden kimse ve herhangi bir sebeble orucu bozulan için
gerekli olan, günün geri kalan kısmını oruçlu gibi geçirmektir. Din
terbiyesi bunu gösterir. Hatta böyle davranmak, sahih olan görüşe göre
vacibdir. Diğer bir görüşe göre müstahabdır.
Büluğa eren çocuk ile ihtida eden (İslamı kabul eden) şahsa,
o günün orucunu ayrıca kaza etmek gerekmez. Çünkü bunlar imsak vaktinde mükellef
bulunmamışlardır. Diğerlerine ise, kaza etmek gerekir.
165- Bir yolcu için güçlük yoksa, ramazan orucunu tutması
daha faziletlidir. Fakat güçlük çekilecekse veya arkadaşları oruçsuz olup
yiyecekleri aralarında müşterek ise, iftar etmesi daha faziletlidir.
166- Nafakasını (geçimini) kazanmaya muhtaç olan bir işçi
veya sanatkar, bu işle uğraştığı takdirde, orucunu bozmasını mubah kılacak
bir hastalığa uğrayacağını bilecek olsa, daha hasta olmadan iftar etmesi
helal olmaz.
Keffaretin
Mahiyeti ve Nevileri
167- Keffaret, lûgat deyiminde gidermek ve örtmek manasındadır.
Allah, bazı kusurları ve günahları birtakım vesilelerle bağışlayıp örttüğünden
bu vesilelerden her birine "Keffaret" denilmiştir. Bunun çoğulu
"Keffarât"dır. Günahları affetmeğe de 'Tekfir-i Zünûb"
denilir.
168- Keffaretler, "Keffaret-i Savm = Oruç Keffareti".
"Keffaret-i zihar= zevceyi haram kılma keffareti" Keffaret-i halk =
ihramda tıraş olmanın keffareti". "Keffaret-i katil = hataen adam
öldürme keffareti" ve "Yemin keffareti" diye başlıca beş kısımdır.
Bu keffaretler, yasak olan şeylerden insanları alıkor ve engeller. Yapılan
bir günaha, verilen bir ceza yerinde bulunur. Aynı zamanda bir ibadet manasında
bulunduğundan günahların bağışlanmasına bir vesile olur. Bunları sırasıyla
açıklıyoruz:
Oruç Keffareti
169- Oruç keffareti, Ramazanda bir özür bulunmaksızın
belli şartlar içinde orucunu bozan bir mükellefin, müslüman veya gayr-i müslim
bir köle veya cariye azad etmesidir. Buna gücü yetmiyorsa, arka arkaya
kesinti yapmaksızın iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmezse altmış
fakire (sabah akşam) yemek yedirir.
Oruç keffareti böyle yemek yedirmekle olabileceği gibi,
yiyeceği aynen verip temlik etmekle de olur.
(Oruç keffaretinde böyle sırayı gözetmek hem Hanefîlerce,
hem de Şafiîlerce gereklidir. Malikîlerde sıra gözetmek yoktur, insan
dilerse köle azad ederek, dilerse oruç tutarak ve dilerse yemek yedirerek bunu
yapar.)
170- Yemek, aç olan büluğa ermiş veya yaklaşmış altmış
fakiri sabah akşam doyuracak kadar yedirmektir. Bu yedirilecek yemek yalnız buğday
ekmeği de olabilir, buğday ekmeği yanında katık mecburiyeti yoktur. Fakat
katıksız arpa ekmeği yeterli değildir.
171- Eğer yüz yirmi fakire yalnız bir vakit yemek
yedirilse, bu ancak altmış fakire yedirilmiş sayılır. Bunlardan altmış
fakire tekrar sabah veya akşam yemek yedirmek gerekir. Böyle altmış fakire
bir defa yemek yedirildikten sonra dağılıp gitseler, ya gelip hazır olmalarını
beklemeli, ya da tekrar altmış fakiri sabah-akşam doyurmalıdır.
172- Oruç keffaretinin eşya verilip temlik yolu ile yapılmasına
gelince, altmış fakirden her birine beş yüz yirmi dirhem (yarım sa') buğday
veya bin kırk dirhem (bir sa') arpa veya hurma veya kuru üzüm verilir. Bu,
tam bir fitre sadakası mikdarıdır. Bunların kıymetini vermek de caizdir.
173- Oruç keffaretinde bir fakire altmış gün sabah-akşam
yahut yüz yirmi sabah veya yüz yirmi akşam yemek yedirmek de yeterlidir.
Yine, bir fakire iki ayda her gün ya aynen veya kıymet
olarak birerden altmış fitre sadakası verilmesi de yeterlidir. Fakat bir
fakire bir günde topluca verilecek altmış fitre mikdarı, yalnız bir günlük
fitre yerine geçer. Onun için her gün bir fakire bir fitre mikdarı verilir.
Bu keffaretlerde uygulanır.
174- Oruç keffaretinin iyi hal sahibi olan fakirlere
verilmesi daha faziletlidir. İmam Ebû Yusuf'a göre, bu keffaret bedeli gayr-i
müslim fakirlere verilemez. Fetva da buna göredir.
175- Oruç keffareti, oruç tutmak suretiyle olunca, bunda
kesintisiz arka arkaya tutmak şarttır. Onun için oruca başlayan kimse, ara
vermeden iki ay oruç tutar. Eğer daha iki ay dolmadan herhangi bir sebeble
orucunu bozarsa, yeniden iki ay oruç tutmaya başlar. Bundan kadınların
lohusa halleri değil de, adet halleri müstesnadır. Geçirecekleri adet günleri
kesinti sayılmaz. Çünkü bu halden kurtulmak kadınlar için mümkün
olmayacak derecede zordur. Ramazan orucunun veya muayyen bayram günlerinin
araya girmesi de, keffaretin arka arkaya olmasına engeldir.
176- Keffaret hususunda, keffaret ödeyecek kimsenin ödeme
zamanındaki haline bakılır. Buna göre, bir keffaret ödeyicisi, keffaretin
gerektiği zamanda zengin iken, bunu ödeyeceği zaman fakir düşmüşse,
keffaretini oruç tutmakla yerine getirir. Fakat daha orucunu bitirmeden tekrar
zenginleşip köle azad etmeye güç kazansa, köle azad etmek suretiyle
keffareti yerine getirmesi gerekir.
177- Keffaret orucuna, kamerî aylardan birinin başlangıcında
başlanırsa. ayın ilk günü esas alınır. Böylece tam iki ayın geçmesiyle
oruç keffareti tamamlanmış olur. Fakat ayın başında oruca başlanmazsa,
birinci ay üçüncü aydan tamamlanarak otuz gün hesab edilir, ikinci ay ise,
ayın başı alınarak oruca devam edilir. Bu, iki İmama göredir. İmamı
Azam'a göre, bu takdirde tam altmış gün oruç tutmak gerekir, ay başına
bakılmaz.
178- Bir kimse bir ramazan içinde veya birkaç ramazanda özürsüz
olarak birkaç defa kasden orucunu bozmuş olsa, bunlardan dolayı yalnız bir
keffaret öder. Sahih olan görüş budur. Çünkü ceza yönü, keffarete üstün
gelmektedir. Sebebleri bir olan cezalarda bir ceza yeterlidir. Bu bir ceza
hepsine yeter. Fakat keffaret yapıldıktan sonra tekrar orucunu aynı şekilde
kasden bozacak olursa, bundan dolayı ayrıca bir keffaret gerekir. Birinci
keffaret ile tam bir ders alınamadığı anlaşılmış olur.
Zihar Keffareti
179- Bir kimse karısının tamamını veya onun yarısı
gibi bir payını veya tümüne delâlet edecek bir uzvunu, kendisine ebedî
olarak haram bulunan anne ve kız kardeş gibi bir kadının tamamına veya
bakması haram olan bir uzvuna benzetirse, bu zihar olur. Karısına şöyle
demesi gibi: "Sen bana anam gibisin, sen bana anamın arkası gibisin,
senin boynun annemin arkası gibidir." Bu şekilde söz söyleyen mükellef
bir müslüman üzerine keffaret gerekir ki, bu keffareti yerine getirmeden karısı
ile ilişki kurması helâl olmaz. Böyle söylemekle yalan konuşmuş ve helâl
olan bir şeyi haram göstermiş olur.
Zihar keffareti aynen oruç keffareti gibidir. Bu konuda
"Hukuki İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiye" adındaki eserimizde
ayrıntılı açıklama vardır.
Traş Olma Keffareti
180- Traş keffareti, hac için ihrama girip de, bir özürden
dolayı saçlarını vaktinden önce traş ettirenin tutacağı üç gün oruçtan
ibarettir. Bu orucun arka arkaya tutulması şart değildir, ayrı ayrı günlerde
de tutulabilir. Hac bölümüne bakılsın.
Adam Öldürme (Katil) Keffareti
181- Adam öldürme keffareti, bir müslümanı veya İslâm
idaresi altında yaşamakta olan bir gayr-i müslimi (zimmîyi) kasıdlı olarak
değil de, bir hata sonucu öldüren bir müslümana gereken keffarettir. Gücü
varsa bir mü'min köle veya cariye azad eder. Buna gücü yoksa iki ay arka
arkaya oruç tutar. Ava atılan bir kurşun ile bir şahsın öldürülmesi,
hata yolu ile adam öldürme kısmındandır.
Yemin Keffareti
182- Yemin keffareti, yaptığı bir yemine bağlı kalmayıp
onu bozan bir müslümana gereken bir keffarettir. Eğer gücü yetiyorsa, müslim
veya gayr-i müslim bir köle veya cariye azad etmekten veya on fakiri akşam-sabah
doyurmaktan ibarettir. Yahut on fakire birer parça orta halli birer elbise
giydirmektir. Bu üç şeye gücü yetmeyen üç gün arka arkaya oruç tutar.
Bu oruç arasına, hayız sebebiyle dahi olsa, bir kesinti girerse yeniden
tutulması gerekir.
(Şafiîlere göre, bu oruçta tevali (arka arkaya oruç tutmak) şart değildir.)
183- Yemin keffareti için on fakire fitre mikdarı bir şey
verilmesi de yeterli olur. Bir fakire on gün birer fitre verilmesi veya on gün
sabah-akşam yemek yedirilmesi de yetişir. Çünkü bir fakir değişik günlerde
başka başka fakir yerindedir. Bir vakit yemek verip bir vakit yemeğin
bedelini vermek de caizdir.
184- Yemin keffareti için bir fakire on gün birer elbise
verilmesi de caizdir. Fakat on elbise bir fakire bir günde verilse, yalnız bir
elbise verilmiş gibi olur. Yine bu keffaret için on fitre mikdarı bir fakire
bir günde verilse, bir fitre verilmiş sayılır.
Keffaret için her fakire verilecek elbise, hiç olmazsa onun
bedeninin tamamını veya çok kısmını örtecek bir halde bulunmalıdır.
Boylu bir entari gibi. Onun için yalnız kısa bir gömlek veya yalnız bir don
verilse yeterli olmaz. Çünkü bunlardan yalnız birini giyinen kimse örf bakımından
çıplak sayılır. Doğru olan görüş budur. Bu elbisenin iki-üç parçadan
ibaret olması ise, daha iyidir. Bununla beraber bir elbise kısa da olsa, yemek
yerine bir bedel olarak da verilebilir.
185- Bir kimse yeminini bozmadan keffarette bulunamaz. Çünkü
keffaret bir tevbe demektir. Tevbe ise, günahdan sonra yapılır. Bir de
keffaret, yeminde sadık olma yerine geçer. Asıl üzerinde durmak mümkün
oldukça onun yerini tutacak olana gidilmez.
186- Mal ile yapılan keffaretler, ölülerin kefenlerine,
borçlarına veya mescidlerin inşasına harcanamaz. Çünkü keffaret
bedellerinin fakirlere yedirilmesi veya onlara temlik edilmesi (mülkiyetlerine
geçirilmesi) şarttır. Bu harcamalarda ise yemek yedirme ve mülkiyete geçirme
bulunmaz.
Yeminin
Mahiyeti ve Yemin Sayılıp Sayılmayan Şeyler
187- Yemin, lûgatta kuvvet manasınadır. Din deyiminde, bir
işi yapmak veya yapmamak için verilen karara kuvvet kazandırılsın diye Yüce
Allah'a and vermektir. Yahut boşamak ve azad etmek gibi bir şeye bağlamak
suretiyle yapılan bir bağlantıdır. Buna Türkçemizde "and" da
denir.
Misal: Vallahi falan işi yaptım veya yapmadım, şeklinde
yapılan yemin, şarta bağlı olmayan bir yemindir. Falan işi yaparsam veya
yaptım ise, kölem azad olsun, demek de talik (şarta bağlı) bir yemindir.
188- Yemin edene "halif = and içen"
denir. Yemini korumaya "berr" yemini koruyup sadık
kalana da "barr" denir.
Aksine olarak, yemini bozmaya veya gerçeğe aykırı yemin
etmeye "hins" denildiği gibi, yemini bozan veya gerçeğe
aykırı yemin eden kimseye de, "hanis" denir.
189- Kasem sureti ile olan yemin ya: "Vallahi, Billâhi,
Tallahi" denilmekle Allah'ın zatına veya Allah'a yemin edilmesi âdet
haline gelen "Rahman ve Rahim" gibi mübarek isimlerinden birine veya
"Allah'ın izzeti ve kudreti" gibi sıfatlarından birine and içmekle
olur.
Allah'dan ve O'nun sıfatlarından başka olan şeylere,
peygamberlere, Kabe'ye yemin edilemez. Yaratıklardan birinin başına ve hayatına
yemin edilmesi de caiz değildir.
190- "Kasem ederim", "Yemin ederim",
"Şehadet ederim", "Allahü Teâlâ ile ahd olsun", "Allahü
Teâlâ ile misakım olsun", "Üzerime yemin olsun", "Üzerime
ahd olsun" sözleri de birer yemin sayılır.
191- Bir kimseye hitaben: "Sen vallahi bugün şöyle
yapacaksın" veya "Yapmayacaksın" şeklindeki sözler de birer
yemindir. Bunun için o şahıs bu yemine aykırı olarak hareket ederse, bu sözü
söyleyen kimse yemininde hanis olur. Eğer bu sözle o şahsa yemin verdirmek
istemişse, o zaman ikisine de bir şey gerekmez.
192- Helâli haram kılmak da yemin sayılır. "Şu yemeği
yemek bana haram olsun" demek bir yemindir. Onun için bu yemeği sonradan
yemek, keffareti gerektirir.
193- Bir kimse: "Şöyle yaparsam kâfir olayım"
yahut "Yahudi, Hıristiyan olayım", yahut "Allah'ın kulu,
Peygamberim ümmeti olmayayım", yahut "Kıblesi başka tarafa
olanlardan olayım" yahut "Allah ruhumu imansız alsın" yahut
"Allah'a iki demişlerden olayım, Peygamberin ümmetinden olmayayım"
yahut "Peygambere dil uzatanlardan olayım", demiş olsa onun inancına
ve maksadına bakılır. Eğer bu sözü yemin maksadı ile sözünü sadece
kuvvetlendirmek için söylemişse, bu bir yemin olur. Yeminini bozunca (hanis
olunca), üzerine keffaret gerekir. Fakat söylediği o sözle kâfir olacağına
inanarak söylemişse, bu yemin olmaz. Ancak tevbe ve istiğfar etmesi ve böylece
hem imanını, hem de evli ise nikâhını yenilemesi gerekir. Yeminini bozsun (hanis
olsun), olmasın fark etmez. Dine ve imana sövmek de bu hükümdedir. İmanın
ve nikâhın yenilenmesi icab eder.
194- Bir kimse: "Şöyle yaparsam Allah'ın gazabına,
lanetine, buğzuna uğrayayım, zani olayım, hırsız olayını" diye söylese,
bununla yemin etmiş olmaz. "Namazım, orucum şu kâfirin olsun,"
demesi de böyledir. Bununla beraber bir görüşe göre, namazın ve orucun bir
ibadet, Allah'ın rahmetine bir yakınlık olması bakımından kâfire ait
olması kasdedilirse, yemin olmaz.
Bu gibi sözler İslâm terbiye ve âdabına aykırıdır.
Bunlardan sakınmalı. Eğer böyle bir söz çıkarsa, hemen tevbe edip istiğfarda
bulunmalıdır.
195- "Mushaf hakkı için, Kur'ân hakkı için, okuduğum
Kur'ân hakkı için falan işi yapmam" dediği halde, o işi yaparsa
keffaret gerekmez. Tevbe edip mağfiret dilemesi lâzım gelir. Bununla beraber
Kur'ân-ı Kerîm, Allah kelâmı olduğundan bir görüşe göre, Kur'ân'a
yemin geçerlidir.
196- Yalan yere: "Allah bilir ki, şu şöyledir, şöyle
değildir," denilmesi bir görüşe göre küfrü gerektirir. Çünkü Yüce
Allah'a bilmezlik nisbet edilmiş olur. Diğer bir görüşe göre de, küfrü
gerektirmez. Çünkü bununla küfür değil, yalanın geçerli kılınması
kasdedilmiştir. Ancak bu büyük bir günah olduğundan hemen tevbe edilmesi
gerekir.
Yalan yere: "Allah şahiddir ki," denilmesi de
keffareti değil, tevbe ve istiğfarı gerektirir.
Kasem
Suretiyle Olan Yeminin Nevileri ve Hükümleri
197- Kasem suretiyle olan yeminler: Lağıv (boş yere)
yemin, Gamus (yalan yere) yemin ve mün'akıd (şarta bağlı yemin) kısımlarına
ayrılır. Şöyle ki:
1) Lağıv yemin: Yanlışlıkla veya doğru
olduğu zannı ile yalan yere yapılan yemindir. Bir kimsenin bir maksadı
olmaksızın başka bir şey söylecek yerde "Vallahi" diye yemin
etmesi bu kısımdandır.
Yine, borcunu ödemediği halde, ödemiş olduğunu sanarak
"Vallahi borcumu ödedim" diye yemin etmesi böyledir. Bu tür
yeminden dolayı keffaret gerekmez. Bunun bağışlanacağı umulur.
2) Gamus yemin: Yalan yere kasden yapılan
yemindir. Borcunu ödemediğini bildiği halde bir şahsın: "Vallahi ben
borcumu ödedim" diye yemin etmesi bu türdendir. Bu, pek büyük bir günahtır.
Böyle yalan bir yemin evleri harab eder, yalancıları perişan bırakır.
Bunun bağışlanması için keffaret yeterli olmaz. Bundan dolayı yalnız
tevbe edip mağfiret dilemek ve bu yüzden bir kimsenin hakkını zayi etmişse
onu yerine getirip helâllik almak gerekir.
(İmam Şafiîye göre, Gamus yeminden dolayı da keffaret
gerekir.)
3) Mün'akid yemin: Mümkün olan ve geleceğe
ait olan bir şey hakkında yapılan yemindir. "Vallahi ben yarın borcumu
vereceğim, vallahi ben falan kimse ile konuşmayacağım" denilmesi
gibi...
Böyle bir yemin üzerinde durulursa keffaret gerekmez. Fakat
yemin bozulursa, keffaret gerekir. Yukarıdaki yemininde borcunu ödemezse veya
adamla konuşursa yemin bozulmuş olur ve keffaret ödenir.
İşte bizce, yalnız bu tür yeminlere riayet edilmemesinden
dolayı keffaret gerekir. İster riayetsizlik bir zorlama karşısında, ister
unutarak, ister yanılarak olsun, hüküm aynıdır. Bu tür yeminin bozulmasında
dinî bir görevi yerine getirme veya insanlar için bir yarar varsa, yemin
bozulur ve keffaret ödenir. Bozulmasında bir yarar yoksa, yemine riayet
edilmesi gerekir. Bu kimse borcunu ödememeye veya babası ile konuşmamaya
yemin etse, bu yemine riayet edemez. Borcunu vermesi ve babası ile konuşması
gerekir. Sonra da af dileyerek keffaretini yerine getirir.
Yemine
Dair Çeşitli Meseleler
198- Yemin birkaç tane olunca, keffaretler de ona göre
olur. Yeminlerin yapıldığı yer değişmese de yine hüküm böyledir. Buna göre,
bir kimse şöyle yapacağına veya yapmayacağına "Vallahi" diye
yemin ettikten sonra başka başka yerlerde benzeri yeminler yapsa, yeminler
birkaç tane olur. Bozduğu bu yeminlerin her birinden dolayı ayrı ayrı
keffaret ödemesi gerekir. Fakat İmam Muhammed'e göre, yemin keffaretleri çoğalınca,
bunlar bir keffaret ile ödenir. Tercin edilen görüş budur.
199- "Vallahi falan ve falan kimselerle konuşmayacağım"
yahut "falan ve falan yerlere gitmeyeceğim" gibi sözler bir yemin
sayılır. Onun için o iki kimseden yalnız birisiyle konuşulsa veya o iki
yerden yalnız birine gidilse, yemin bozulmuş olmaz.
"Vallahi yemek ve su tatmam" denilmesi de öyledir.
Bunlardan birini tatmakla yemin bozulmuş olmaz. Ancak bunlardan herhangi birini
tatmaya niyet etmişse, o zaman bunlardan birini tatmakla yemin bozulur.
200- Olumsuz bir ek ilâvesiyle: "Vallahi ne falan ve ne
de falanla konuşurum" veya : "Vallahi ne yemek ve ne de su tadarım"
denilse bu, iki yemin olmuş olur. Hangi biri ile konuşulsa veya herhangi biri
tadılsa, yemin bozulmuş olur ve keffaret gerekir.
201- Yeminlerin hükmü, örf de kullanılan sözlere göredir.
Yemin edenin maksad ve niyetine göre değildir. Onun için bir kimse, bir şahsa
hiç bir şey vermemek maksadı ile: "Ben sana para vermeyeceğim,"
diye yemin etse, ona paradan başka bir şey vermekle yeminini bozmuş olmaz.
Çünkü söz ve yemin para lâfzı ile yapılmıştır. Örfde (gelenekte) başka
şeye para denmez. Yine bir kimse: "Evde oturup dışarıya çıkmam"
diye yemin etse, o evin bacasından veya penceresinden çıkmakla yemininde
hanis (yeminin bozmuş) olmaz.
"Şu odaya girmem" diye yemin edildiği halde, onun
harabesine girildiği takdirde de hüküm böyledir. Çünkü harabe örfde oda
sayılmaz.
202- Yeminler, yapıldıkları beldelerin örfüne (geleneğine)
göre değerlendirilir. Onun için bir kimse: "Baş yemeyeceğine"
yemin etse, bu yemini, bulunduğu beldede satılan başlara bağlı kalır. Serçe
ve çekirgi gibi hayvanların başlarını kapsamaz. Bunları yemekle yeminini
bozmuş olmaz.
Yine, bir kimse "Meyve yemeyeceğim" diye yemin
etse, yemini beldesinde örfen meyve sayılan şeylere bağlı kalır. Yaş üzüm
gibi, meyve sayılmayan şeyleri kapsamaz. Anlaşılıyor ki, yeminde kullanılan
bu gibi umumi ifadeler, örf ile özelleştirilip kısıtlanıyor.
203- Aklen mümkün olup da âdet bakımından muhal olan bir
şeye yemin, hemen hanis olmayı gerektirir. Bunun için bir kimse: "Ben göğe
çıkacağım, ben şu taşı altın yapacağım" diye yemin etse, hemen
hanis olur (yemini bozulur ve keffaret ödemesi gerekir.) Fakat böyle bir
yemin, bir vakte bağlanmış olursa, o vakit çıkmadıkça hanis olmaz.
"Vallahi şu demiri on güne kadar elmas yapacağım" diye yemin
edilmesi gibi. Bu yemin üzerinden on gün geçmeden hanis olmayacağı gibi, on
günden önce ölse yine hanis olmaz, keffaret de gerekmez.
204- Zaman belirlemeksizin yapılan yeminlerde, yemin edilen
şey imkânsız hale gelmedikçe yemin bozulmaz. Fakat iş imkânsız hale
gelince, yemin bozulur ve keffaret gerekir. Bir kimse bir zata hitaben:
"Vallahi ben seni ziyaret edeceğim" dediği halde uzun bir müddet
ziyaret etmese, yemini bozulmaz. Fakat ziyeret etmeden o yemin eden veya ziyaret
edilecek zat ölürse, yemin bozulur (hanis olur.)
Zaman belirlenince, o zamanın sonuna bakılır, "Ben
seni yarın ziyaret edeceğim " yemin edilmesi gibi ki, o günün güneş
batması zamanına kadar devam eder. O gün ziyaret yapılmadan güneş batınca
yemini bozulur.
205- Bir hududa bağlı olan bir yemin, o hududun kalkması
ile geçersiz olur. Çünkü yeminde durmaya bir imkân kalmamıştır. Bunun için
bir kimse: "falan zat izin vermedikçe, ben şu kimse ile konuşmam"
diye yemin edip de, o zat izin vermeden ölse, artık yeminin bir hükmü
kalmaz. Yemin eden şahıs, o kimse ile konuşur ve bundan dolayı da keffaret
gerekmez.
"Sen borcunu vermedikçe senden ayrılmam" diye
yemin yaptıktan sonra, borcun bağışlanması da bu türdendir. Artık yemin
kalkmış olur.
Fakat İmam Ebû Yusuf'a göre, bu gibi hallerde yemin devamlılığını
sürdürür. Artık şart (mesela konuşma) ne zaman gerçekleşirse yemin
bozulur ve keffaret veya şarta bağlanan ceza gerekli olur.
206- Yemin edilen şeyin yok olması veya gitmesi, yemin bağlantısına
engel olur. Buna göre bir insan: "Falana şu hakkını yarın
veririm" diye yemin ettiği halde, bugün verecek olsa yemininde hanis
olmaz (yemini bozulmaz) ve keffaret gerekmez. Bu mesele İmam Azam ile
Muhammed'e göredir. İmam Ebû Yusuf'a göre, ertesi gün olunca hanis olur.
207- Yeminler evvelce söylenmiş bir söz veya işle bağlantılı
olur. Buna göre bir kimse, hazırlanan belli bir yemeğe davet edilmekle:
"Vallahi ben yemem" diye yemin etse, bu yemini o belli yemeğe bağlı
kalır. Başka bir yemek yemesi ile hanis (yeminini bozmuş) olmaz.
208- Yeminler mümkün olan bir mertebe ile bağlı kalır.
Bunun için: "Falan şahsı şu eve sokmayacağım" diye yemin edilse,
bakılır: Eğer yemin eden o evin sahibi ise, o şahsı eve girmekten hem söz,
hem de fiil ile mümkün olduğu kadar engellenmesi lâzım gelir. Değilse, eve
girmekle hanis olur. Fakat ev başkasının olduğu takdirde, yalnız sözle
engellemesi yeterlidir. Çünkü kiracılıktan dolayı onu bilfiil çıkarmak
hakkına sahib değildir. Yemin eden için mümkün olan böyle sözle çıkarmaya
teşebbüs etmektir.
Yine, bir şahsa hitaben: "Ben, seni hapsettirmem",
diye yemin eden kimse, o şahsı hapsettirmek isteyen alacaklılara karşı sözü
ile engel olmaya çalıştığı halde, engel olamazsa hanis olmaz (yemini
bozulmaz).
Yine, "Falan şahıstaki alacağımı bugün onda bırakmayacağım"
diye yemin eden kimse, o gün hakime başvurup alacağını istese (dava etse),
borçlunun da inkârı üzerine ona yemin teklif edilmesini istese, artık hanis
olmaz. Çünkü kendisi için mümkün olan bundan başka bir şey yoktur.
209- Yeminler nisbetin kaybolması ile son bulur. Şöyle ki:
"Falan şahsın evine girmem" veya "yemeğinden yemem, elbisesini
giymem, zevcesiyle ve dostu ile konuşmam" diye yemin eden kimse, ev satıldıktan
sonra o şahsın evine girse veya yemeğinden yese veya elbisesini giyinse veya
kendisinden tamamen ayrılan zevcesi ile veya o adama düşman kesilen dostu ile
konuşsa, yemini bozulmuş olmaz. Fakat yeniden satın alacağı bir eve girse
veya yemeğinden yese veya elbisesini giyse veya nikahlayacağı yeni zevcesi
ile veya edineceği yeni bir dostu ile konuşsa, yemini bozulur ve keffaret
gerekir.
Ev, yemek ve elbise işaretle belirtilmiş olsun veya olmasın
fark etmez. Çünkü bunlardan dolayı sahiblerine düşmanlık edilmez. Fakat
zevceye veya dosta işaret ederek: "Şu karısı ile, şu dostu ile konuşmam"
diye yemin edilirse, yemin bunlara bağlı kalır. Bunlarla zevciyet veya
dostluk ilgisinin kalkmasından sonra da, onlarla konuşulursa hanis olur (yemin
bozulur ve keffaret gerekir). Çünkü bunların zatlarına düşmanlıktan
dolayı yemin edilmiş olması mümkündür.
210- Bir kimse karısına veya borçlusuna: "Benim iznim
olmadıkça evimden veya şehirden bir tarafa çıkmayacaksın", diye yemin
etse, bu yemin zevciyet ve alacağın devamına bağlanır. Zevciyet kalktıktan
veya borç ödendikten sonra çıkacak olsalar, artık o yemin eden kimse hanis
olmaz (yemini bozulmuş olmaz)
211- Yeminin bir cümlesinde bulunan bir belirsizlik, aynı cümledeki
diğer bir belirsize dahil olur. Fakat belirli olan bir şey, belirsize dahil
olmaz. Buna göre, bir insan: "Şu eve kim girerse, şöyle olsun"
diye yemin etse, o eve kendisinin girmesi ile de hanis olur. O ister kendisine
ait olsun, ister olmasın fark etmez. Fakat: "Şu evime her kim girerse, şöyle
olsun" diye yemin ederse, oraya kendisinin girmesi ile hanis olmaz. Çünkü
evi kendisine nisbet etmekle kendisi belirlenmiş oluyor. Artık aynı cümlede
bulunan belirsiz bir anlama dahil olmaz.
Başkasına hitaben: "Senin şu evine her kim girerse,
senin yemeğinden her kim yerse, şöyle şöyle olsun" diye yapılan bir
yeminde de, muhatabın o eve girmesiyle veya o yemekten yemesiyle yemin bozulmuş
olmaz (keffaret gerekmez).
212- Yemin ifadesinin bir cümlesindeki belirlilik, diğer
bir cümlesindeki belirsizliğe dahil olur.
Örnek: Bir kişi kendi kölesine hitaben: "Bana şu
haberi her kim müjdelerse, sen azad ol" diye şarta bağlayarak yemin
ederse, o haberi bizzat kölesi de müjdelese, köle azad olur. Demek ki, bu
durumda, "Sen azad ol" hüküm cümlesine muhatap olan köle "her
kim müjdelerse" şart cümlesinin kapsamı içine girmiş oluyor.
213- Bir kimse âdete göre bizzat kendisinin de yapabileceği
bir işi yapmamaya yemin ettiği halde, o işi kendisi için başkasına vekâlet
ve emir suretiyle yaptırsa, bakılır: Eğer o işlem, hukuku bizzat yapana ait
işlemlerden ise, bunun yapılmasından dolayı o kimse hanis olmaz. Alım, satım,
kiraya verme, kiralama, bir maldan ikrar yolu ile sulh olma, bir malı bölme,
bir davayı ikrar veya inkâr yolu ile cevablama, akıl ve baliğ olan bir çocuğu
evlendirme gibi işlemler bu türdendir.
Örnek: Bir kimse: "Vallahi ben bu evi satın almayacağım"
diye yemin ettiği halde, onu bir vekil aracılığı ile satın alsa, yemininde
hanis olmaz. Fakat yemin edilen işlem, işi yapana ait olmayıp müvekkile ve
emreden kimseye ait işlemlerden ise, bu işi vekil ve emir suretiyle yaptırmakla
da o kimse hanis olur. Evlenme, boşanma, mal karşılığında boşanma, hibe,
sadaka, havale, vasiyet, vakıf, emanet, ariyet verme ve alma, borç alma, kısastan
dolayı sulh, emanet verip alma, borcu ödeme, borcu alma, elbise dikme, elbise
giydirme, hayvan kesme, hayvana bindirme, küçük yaştaki çocuğu evlendirme
gibi...
Örnek: "Vallahi falan kadını nikahlamayacağım"
diye yemin eden kimse, o kadını bir vekil aracılığı ile nikahlasa,
yemininde hanis olmakla üzerine keffaret gerekir. Çünkü bu hususta vekil,
bir araç ve bir elçiden başka bir şey değildir. Bu işlemin bütün hakları
o yemin edene aittir.
214- "Şunu , şu adama bağışlayacağım" diye
yemin eden kimse, o şeyi bağışladığı halde, o adam kabul etmese hanis
olmaz (yemini bozulmuş sayılmaz). Ariyet, vasiyet ikrar gibi, diğer bağış
suretiyle olan sözleşmelerde de hüküm böyledir.
Fakat: "Şu malı falan zata satacağım" diye
yemin eden kimse, o malı sattığı halde o zat malı kabul etmese hanis olur
(yemini bozulmuş olduğundan keffaret gerekir). Çünkü satma işlemi kabule
bağlıdır. Yalnız sattım demekle bağlantı olmaz. Satma işlemi de yapılmamış
olur. Kiralama, nikâh ve rehin gibi, iki tarafın icab ve kabulleri üzerine
yapılan işlemlerde de hüküm böyledir. Bunlar üzerindeki yemin, olumsuz
olarak yapıldığı takdirde de bu hüküm uygulanır. Örnek: Bir kimse:
"Şu malı falan adama bağışlamayacağım" diye yemin ettiği
halde, bağışlayıp da o adam kabul etmese, hanis olur. Aksine olarak:
"Satmayacağım" diye yemin ettiği halde satsa da o adam kabul
etmese, hanis olmaz.
Demek oluyor ki, hibe gibi bağışlamalarda, yalnız bağışlayıcının
icabı (tek taraflı irade beyanı) yeterli oluyor. Fakat alışveriş ve
kiralama gibi karşılıklı irade beyanlarını (icap ve kabulü) gerektiren işlemlerde,
yalnız bir taraftan yapılan icab beyanı yeterli olmuyor. Kabulün de bulunması
gerekiyor.
215- Sohbet ve birbiriyle anlaşıp yaklaşma, lezzet ve acı
duyma, üzüntü ve sevinç gibi sağlığa bağlı bulunan işlerde yemin, yalnız
sağlıkla kayıtlanır. Ölünün diriye ortak olacağı işlerde ise, hem
hayat hem de ölüm hallerinde geçerli olur.
Buna göre, bir kimse, bir adama hitaben: "Seninle konuşursam,
senin yanına girersem, seni öpersem, seni döğersem şöyle olsun" şeklinde
yemin ettikten sonra, o adam ölse, artık yeminin bir hükmü kalmaz. Ölü
halinde olan o adama söz söylemekle veya yanına girmekle veya onu öpmekle
veya onun cesedine vurup dövmekle yemin bozulmaz ve ceza gerekmez.
Fakat: "Seni yıkarsam, sana elbise giydirirsem, sana
dokunursam, seni bir şeye bindirirsem, seni taşırsam" şeklinde yemin
etse, onu öldükten sonra yıkamakla, kefenlemekle, vücudunu okşamakla, bir
şeye bindirmekle veya taşımakla hanis olur, kefffaret gerekir.
216- "Falan kimse ile konuşmayacağım, söz söylemeyeceğim"
diye yapılan yemin, o kimseye sadece işaret etmekle, mektub yazmakla veya
haber göndermekle bozulmuş olmaz. Çünkü bu işler, konuşma ve söyleme sayılmaz.
217- "Konuşmayacağım" diye yemin eden kimse,
namazda Kur'ân okumakla veya tesbih çekmekle hanis olmaz (yemini bozulmaz).
Namaz dışında ise bir görüşe göre hanis olur, diğer bir görüşe göre
olmaz. Çünkü bu okuma, örfde konuşma sayılmaz. Diğer kitabları okumada
da alimlerin ihtilâfı vardır.
218- "Oruç tutmam" diye yemin eden kimse oruca
niyet edip başlayınca hanis olur. Çünkü orucun mahiyeti mutlak surette
imsaktan ibarettir. O da, oruca başlamakla gerçekleşmiş olur.
"Namaz kılmamaya" yemin eden kimse, namaza başlayıp
ilk rek'atta secdeye alnını koymakla hanis olur. Çünkü böyle bir rekât kılınmadıkça
namazın mahiyeti tamamen bulunmuş olmaz.
"Hac yapmamaya" yemin eden bir kimse de, sahih bir
hacca başlayıp farz olan tavafın çoğunu yapınca hanis olur.
219- "Zevcesini döğmemeğe" yemin eden kimse,
onun saçlarını çekse veya gerdanını ısırsa veya sıkıştırsa veya
burnuna dokunup kanatsa bakılır: Eğer bunları öfke halinde yapmışsa hanis
olur. Oynaşma halinde yapmış ise, sahih olan görüşe göre hanis olmaz.
Bununla beraber bu döğmekte acı vermek şarttır. Maksada gelince, bunda iki
görüş vardır. Bir görüşe göre, kasıd da şarttır. Diğer bir görüşe
göre şart değildir. Onun için böyle yemin eden kimse, başkasını döğmek
isterken, yanlışlıkla zevcesine vuracak olsa, birinci görüşe göre hanis
olmaz, çünkü kasıd bulunmamıştır. Buna örfen de döğme denmez. İkinci
görüşe göre hanis olur; çünkü döğme işi gerçekleşmiştir (bunda kasıd
aranmaz).
220- "Yeryüzünde oturmamaya" yemin eden kimse,
yere bitişik olmayan bir sergi, bir hasır, deri veya tahta üzerine otursa
hanis olmaz.
Yine: "Şu döşek üzerinde uyumamaya" yemin eden
kimse, o döşek üzerine konulan başka bir döşek üzerinde uyusa hanis
olmaz.
Yine: "Şu tahta üzerinde uyumamaya" yemin eden
kimse, onun üzerine konulan diğer bir tahta üzerinde uyusa, yemininde hanis
olmaz. Fakat döşek üzerine bir yüz takılsa veya tahtanın üzerine bir
sergi çekilse, bir hasır döşense hanis olur.
221- "Yatağımda" veya "şu yatakta
uyumam" diye yemin eden kimse, bedenin çoğunluğu ile o yatağa girip
uyumadıkça hanis olmaz.
222- "Bir yere veya bir eve ayağını basmayacağına"
yemin eden kimse, o yere sonradan yürüyerek veya bir şeye binerek gidecek
olsa hanis olur. Çünkü bir yere ayak basmak, örfde oraya girmek demektir.
Fakat böyle yemin ederken yürüyerek girmeyeceğini kasdetmiş bulunursa,
binitli olarak girmekle hanis olmaz. Çünkü sözünün gerçeğini dilemiş
olur.
223- "Bir yere girmeyeceğine" yemin eden kimse,
oraya tutulup sokulsa, hanis olmaz. Bu davranışa karşı çıkmasa da hüküm
aynıdır. Çünkü yemini, bizzat kendisinin gitmesi ile ilgilidir. Fakat bu
yere sonradan kendisi girecek olsa, hanis olur.
224- Şiddet ve zorlama, bir maksadı gidermeyeceği cihetle,
yeminin akdine engel olmaz. Buna göre: "Şu belli şeyi yemeyeceğim"
diye zorla veya rızası üzere yemin eden kimse, o şeyi sonradan şiddet ve
zorlama ile yiyecek olsa hanis olur. Yine baygın veya mecnun olduğu halde yediği
takdirde de hüküm böyledir.
Fakat: "İçmeyeceğine" yemin ettiği bir şeyi,
başkaları zorla boğazına akıtacak olsalar hanis olmaz. Çünkü bunda kendi
işi bulunmamıştır. Sonradan kendi rızası ile içerse hanis olur.
(İmam Şafiîye göre zorlama, yemin bağlantısına engel
olur.)
225- "Vallahi yersem, içersem, giyersem şöyle
olsun" şeklinde yemin eden kimse, her ne yese, ne içse, ne giyinse hanis
olur. Eğer ben şu yemeği, şu suyu veya şu elbiseyi kasdettim dese,
benimsenen görüşe göre gerek kaza (mahkeme hükmü), gerekse diyanet bakımından
sözü kabul edilmez.
Fakat, "Vallahi bir şey yersem, bir şey içersem, bir
şey giyersem şöyle olsun" diye yemin eden kimse, bununla belli bir şeyi
kasdetmiş olduğunu söylerse, kaza (hüküm) bakımından değil de, diyanetçe
tasdik olunur.
226- "Falan şahsın kardeşleri, zevceleri, dostları
ile konuşmayacağım" diye yemin eden kimse, bunların hepsi ile konuşmadıkça
hanis olmaz. Kardeşlerinin veya dostlarının bir kısmı ile konuşmuş olsa
da hanis olmaz; çünkü yeminde bunların tümü murad edilmiştir. Fakat o şahsın
yalnız bir kardeşi veya bir zevcesi veya bir dostu olduğunu bildiği halde böyle
yemin etse, yalnız biri ile konuşmakla hanis olur.
227- Bir kimse, başkasındaki bir alacağını taksit taksit
almayacağına yemin ettiği halde, ondan bir mikdarını alacak olsa, bundan
sonra geri kalanını da almadıkça hanis olmaz.
228- Bir kimse: "Malı bulunmadığına" dair yemin
ettiği halde, ticaret için olmayan eşyası, akarı veya arazisi bulunsa,
bununla hanis olmaz, çünkü bunlara örfde mal denmez, denilirse hanis olur.
229- "Ben bu işi elbette yapacağım, şu adamı
elbette ziyaret edeceğim" şeklinde yapılan yeminler, bir defa için geçerlidir.
Bir defa ziyaret yapılınca yemin yerine gelmiş olur.
230- Çocukların, delilerin, uykuda bulunanların yeminleri
geçerli değildir. Fakat sarhoşluk veren içkilerden birini içmiş olan bir
sarhoşun yemini, aklı başında onlanın yemini gibidir. Çünkü onun sarhoşluğu,
kendi kasıd ve iradesine bağlıdır. Onun için ettiği yemine bağlı
kalmazsa hanis olur.
231- "İnşallah=Allah dilerse" şeklinde istisnada
bulunarak Allah'ın dilemesine bağlanan yemin ve adaklarda, yemine veya adağa
aykırı bulunmak hali düşünülmez. Bunun için bir kimse: "Allah'a
kasem ederim ki, yarın inşallah şu işi yapacağım" diye yemin etse
veya: "Şu işim olursa, İnşallah şu kadar gün oruç tutayım"
diye adakta bulunsa da ertesi gün o işi yapmamış olsa veya işi olduğu
halde adadığı orucu tutmasa hanis olmaz ve günah işlemiş olmaz. Çünkü
bu halde o işin yapılması veya orucun tutulması, Yüce Allah'ın dilemesine
bağlanmıştır. Allah'ın herhangi bir işi dileyip dilemediği, o iş meydana
gelmeden önce bizim tarafımızdan bilinemez.
Bu gibi istisnalar (Allah dilerse sözleri), İmam Azam ile
İmam Muhammed'e göre sözün hükmünü geçersiz kılar. O sözü kesinlik
halinde çıkarır. İmam EbûYusuf'a göre de, o bir şart yerindedir. Artık o
şart bizce gerçekleşmedikçe (yemin anında o işin meydana gelmesi bizce
bilinmedikçe) ceza gerekmez.
(İmam Malik'e göre, bu istisna halinde de, yeminin ve
nezrin hükmü lâzım gelir.Çünkü her şey Allah'ın dilemesine bağlıdır.
İnşallah denmesi, teberrük içindir. Bundan dolayı onu söylemekle yapılan
yeminin veya nezrin hükmü değişmez.)
Nezrin
Mahiyeti ve Nevileri
232- Nezir, Yüce Allah'a saygı için yasak olmayan bir işin
yapılmasını üzerine alıp yüklenmektir. Böyle bir işin yapılmasını
kendine vacib kılmaktır. Nezrin çoğulu "Nuzûr"dur. Necr edene de
"Nâzir" denir. Nezrin Türkçesi adaktır.
233- Sadece Yüce Allah'ın rızası için ibadet sayılacak
bazı şeyleri adamak geçerlidir ve sevaba bir yoldur. "Nezrim olsun, yarın
Allah rızası için oruç tutayım veya fakire şu kadar para vereyim"
denilmesi gibi. Fakat dünyalık sağlamak için yapılacak adak makbul değildir.
"Falan işim yoluna girerse, üç gün oruç tutayım, fakire para
vereyim" gibi. Böyle dünyaya ait bir maksad için yapılan bir ibadet ve
taat, kutsal bir maksada değil, dünyaya ait bir isteğe ve amaca dayanmış
olur. Bu ise, ibadet ve taatlarda aranılan ihlâsa aykırıdır. Böyle bir
adak kaderi değiştiremez. Mukadder ne ise, yine o meydana gelir. Şu kadar var
ki, bazan böyle bir adak için cimriden bir mal çıkmış olur.
Bununla beraber adaklara riayet etmek gerekir. Çünkü adak
yapan Yüce Allah ile sözleşme yapmış demektir. Onun için yapılan adağa
vefa gösterilmesi, verilen sözün yerine getirilmesi gerekir. Yüce Allah,
adaklarını yerine getirenleri Kur'ân-ı Kerîm'de övmüştür.
234- Adaklar, zaman, yer, şahıs ve adanan şey bakımından
belirli ve belirsiz nevilerine ayrıldıkları gibi, bir şarta bağlı olup
olmamak bakımından da mutlak ve muallak nevilerine ayrılmıştır. Bunlar
ileride görülecektir.
Nezrin
Şartları
235- Bir nezrin din yönünden sahih ve geçerli, yerine
getirilmesi gerekli olabilmesi için şu şartları vardır:
1) Nezredilen şeyin cinsinden bir farz veya vacib bulunmalıdır.
Buna göre: "Bir gün oruç tutayım" diye yapılan bir adak sahihdir.
Fakat: "Falan hastayı ziyarette bulunayım" diye yapılacak bir adak
sahih olmaz. Her halde bunu yerine getirmek gerekmez. Çünkü hasta ziyareti
cinsinden bir farz veya vacib ibadet yoktur.
2) Nezredilen şeyin cinsinden olan farz veya vacib bizzat
kasdedilmiş olmalıdır, başka bir farz veya vacibe vesile olmamalıdır. Buna
göre "İki rekât namaz kılayım" diye yapılan bir nezir sahihdir.
Fakat: "Nezrim olsun abdest alayım" veya "Tilâvet secdesinde
bulunayım" diye yapılacak bir adak geçerli değildir. Çünkü abdest
ile tilâvet secdesi, bizzat kasdedilen ibadet değildir. Bizzat kasdedilen
ibadetlere birer vesiledir.
3) Nezredilen şey, insan üzerine hemen veya gelecekte yapılması
farz veya vacib olan bir ibadet olmamalıdır. Onun için: "Nezrim olsun
yarınki sabah namazını, vitir, namazını kılayım" şeklindeki adaklar
sahih olmaz.
4) Adanan şey aslında bir günah olmamalıdır. Onun için:
"Şu işim olursa, kendimi Hak yolunda kurban edeyim, intihar edeyim"
diye yapılan adak sahih olmaz. Fakat aslen meşru iken, başka bir sebebden
dolayı yasaklanmış olan bir şeyle adak sahihdir.
Örnek: Bir kimse Ramazan bayramının birinci gününde veya
Kurban bayramının dört gününde oruç tutmayı nezretse bu sahih olur. Ancak
o günlerde oruç tutulması yasaklandığından o günlerde iftar edip sonradan
kaza yapar. Bununla beraber iftar yapmayıp o günleri oruç tutsa, adağını
yerine getirmiş olur.
"Allah için evlâdını kurban edeceğini"
nezreden kimseye, İmam Ebû Yusuf ile İmam Şafiî'ye göre bir şey gerekmez;
çünkü bu, caiz olmayan bir adaktır. Fakat İmam Azam ile İmam Muhammed'e göre,
bu halde bir koyun kurban edilmesi gerekir. Çünkü İbrahim aleyhisselâm, böyle
bir kurban kesmekle emrolunmuştur.
5) Nezredilen şey aslında gerçekleşemez olmamalıdır.
Buna göre bir kimse: "Geçen falan günde oruç tutayım" diye nezir
yapsa, üzerine bir şey gerekmez.
Yine: "Falan zatın geleceği gün oruç tutayım"
diye adak yaptığı halde, o zat zeval vaktinden sonra gelse veya kendisinden
oruca aykırı bir hal meydana çıktıktan sonra gelse, nezir adına bir şey
gerekmez. Çünkü o günde oruç tutulması artık gerçekleşemez (muhal) olmuştur.
Geceleyin geldiği takdirde de hüküm böyledir. Çünkü adak gündüz içindir.
6) Adanan şey, adak yapanın mülkünden daha fazla veya başkasına
ait bulunmamalıdır. Buna göre: "Hemen bin lira sadaka vermesini"
adayan kimsenin yalnız yüz lirası bulunsa, ancak bu yüz lirayı sadaka
vermesi gerekir. Veya başkasına ait bir koyunun kurban edilmesini adayan
kimseye de, bu adağından dolayı bir şey gerekmez.
Belirli
ve Belirsiz, Mutlak ve Muallak Adaklar
236- "Nezrim olsun, yarın oruç tutayım" gibi bir
adak, muayyen (belirlenmiş) bir adaktır. "Nezrim olsun, bir gün oruç
tutayım" denilmesi de gayrimuayyen (belirlenmemiş) bir nezirdir. Bunlar,
aynı zamanda bir şarta bağlı olmayan mutlak (bağlantısız) nezirlerdir.
"Falan kimse gelirse, Allah için nezrim olsun bir gün
oruç tutayım, şu kadar sadaka vereyim" gibi, şarta bağlı nezirler de
birer muallak (bağlantılı) nezirdir.
237- Mutlak olan (bir şarta bağlı olmayan) nezirleri
yerine getirmek vacibdir. Belli gününde yerine getirilmeyen bir nezir, başka
bir günde kaza edilir. Bugün fakire sadaka vermesini adadığı halde, bu
sadakayı o gün vermezse, başka bir günde verilmekle yerine getirilir. Buna
kaza denilir.
238- Olması istenilen bir şarta bağlı nezir, o şartın
gerçekleşmesi halinde yerine getirilmesi vacib olur. Olması istenmeyen bir şarta
bağlanmış bulunan bir nezre gelince, bunda adak yapan serbestir. Şart gerçekleşince,
dilerse nezrini yerine getirir, dilerse yalnız yemin keffareti öder. Sahih
olan budur.
Örnek: "Şu nimete kavuşursam bir ay oruç tutayım"
diye adak yapan kimse, o nimete kavuşunca bir ay oruç tutması vacib olur.
Çünkü şart kılınan nimet, adak sahibi için istenen şeydir.
Aksine olarak; bir kimse kendini yalan söylemekten
engellemek için: "Eğer yalan söylersem, bir ay oruç tutmak nezrim
olsun" diye nezrettiği halde yine yalan söylerse, serbestir. Dilerse bu
adağını yerine getirir, bir ay oruç tutar. Dilerse yemin keffareti öder.
Çünkü şart koştuğu yalan söyleme işi, kendisince istenen şey değildir.
Bu nezir bir nevi yemin demektir.
239- Mutlak bir nezir, muayyen (belirli) olsa bile, zamana,
mekâna, belli bir paraya, belli bir fakire bağlı kalmaz. Bu nezir, gerek oruçla,
gerek namazla ve itikâfla olsun, gerek para ve diğer şeylerle olsun eşittir.
Buna göre, bir kimse: "Cuma günü oruç tutayım" veya "Beytü'l-Makdis'de
şu kadar namaz kılayım" veya "Bu parayı cuma günü falan beldede
olan falan fakire vereyim" diye nezrettiği halde, buna aykırı olarak başka
bir günde oruç tutsa, başka bir mescidde o kadar namaz kılsa, o miktarda başka
bir parayı başka bir beldedeki başka bir fakire verse, adağını yerine
getirmiş olur.
240- Bir şarta bağlanmış olan bir nezir, o şartın
bulunmasından önce yerine getirilemez. "Falan zat gelince üç gün oruç
tutayım" diye nezreden kimse, daha o zat gelmeden üç gün oruç tutacak
olsa, nezrini yerine getirmiş olmaz.
241- Şarta bağlanarak yapılan bir nezir de, zamanla, mekânla,
belli bir para ve belli bir fakirle kayıtlanmaz.
Örnek: "Falan işim olursa cuma günü oruç tutayım,
şu yerdeki falan fakire şu parayı vereyim" şeklinde nezir yapan kimse,
o iş olduktan sonra herhangi bir günde o orucu tutabilir veya herhangi bir
yerdeki başka bir fakire o paranın karşılığını verebilir.
242- Bir vakte kadar izafe edilen bir oruç, o vaktin
gelmesinden önce tutulursa, İmam Azam ile İmam Ebû Yusuf'a ,göre caiz olur.
İmam Muhammed'e göre caiz olmaz. Receb ayında tutulması nezredilen bir
orucun daha önce gelen Rebiulahirde tutulması gibi...
243- "Bir sene oruç tutayım" diye mutlak şekilde
yapılan bir nezirden dolayı, hilâllere göre tam bir sene oruç tutulması
gerekir. Şöyle ki: Eğer arka arkaya devamlı tutulması söylenmemiş ise, bu
oruç değişik günlerde tutulabilir. Eğer fasıla vermeden tutulursa, otuz beş
günün kazası gerekir. Bunun otuz günü ramazana ve beş günü de bayramlara
raslayan günlere karşılıktır. Böyle nezreden kadın ise, bu yıl içinde
tutmayacağı adet günlerini de kaza etmesi gerekir.
Fakat böyle bir yıl aralıksız oruç tutulması
nezredilirse, Ramazan günlerini kaza etmek gerekmez. Çünkü böyle bir sene
Ramazandan dışta kalamayacağı için, Ramazan günleri bu nezirden ayrı
tutulmuş gibi olur.
244- Bir kimse: "Falan ayda, (Receb ayında) oruç tutayım"
diye nezrettiği halde, o ayda hasta olsa iftar eder. Sonra Ramazan orucunda
olduğu gibi kaza eder.
245- "Allah rızası için bir gün oruç tutayım"
diye yapılan bir nezrin günü belli değildir. Nezreden dilediği gün, o
borcu tutabilir. İki gün, üç gün... denildiği takdirde de hüküm böyledir.
Bu günlerin oruçları fasılasız tutulabileceği gibi, parça parça olarak
da tutulabilir. Ancak nezir esnasında fasılasız tutulmasına niyet edilmiş
olursa, o zaman ara vermeden tutulması gerekir.
Örnek: "Ara vermeden on gün oruç tutayım" diye
nezretmiş bulunan bir kadın, beş gün oruç tuttuktan sonra âdet görmeye başlasa,
tuttuğu oruçlar nezirden sayılmaz. Temizlendikten sonra yeniden on gün
tutması gerekir. Fakat dağınık olarak ayrı ayrı günlerde oruç tutmayı
adayan kimse, o kadar gün fasılasız oruç tutsa, adağını yerine getirmiş
olur.
246- "Üzerime oruç vacib olsun" diyen kimseye,
bir gün oruç tutmak gerekir. Mikdarına niyet etmeksizin "Birçok günler
oruç tutayım" diye nezreden kimsenin de, İmam Azam'a göre on iki İmama
göre yedi gün oruç tutması gerekir.
247- "Nezrim olsun ki, yalan söylemeyeyim, nezrim olsun
ki, falan yere girmeyeyim" gibi sözler, "Ahdim olsun" yerinde
birer yemin sayılır. Buna göre, yalan konuşsa veya o yere gitse, yalnız
yemin keffareti gerekir. "Üzerime nezrolsun" sözü de böyledir.
Ancak bu sözlerle sadaka vermek, oruç tutmak, haccetmek gibi bir ibadet niyeti
olursa, o zaman o ibadeti yerine getirmek gerekir.
Yalnız: "Nezrim olsun" denilmesi de böyledir. Bu
halde bakılır: Eğer bununla herhangi bir sayı olmaksızın oruca niyet
edilmiş ise, üç gün oruç gerekir. Miktarsız sadakaya niyet edilmişse, on
fakire birer fitre mikdarı vermek gerekir.
248- Nezirde kasd ve kasıdsızlık (hüküm bakımından) eşittir.
Buna göre "Allah için bir gün oruç tutayım" diyecek yerde yanılarak:
"Bir ay oruç tutayım" denilse, bir ay oruç tutulması gerekir. Bu
ayı belirlemek nezreden kimseye aittir. Nezrin arkasından hemen oruca başlanması
şart değildir.
249- "Allah rızası için şu gün (perşembe günü)
oruç tutayım" diye yapılan bir nezir, en yakın olan perşembe gününe
ait bulunmuş olur. Yalnız o gün tutulacak oruç ile bu nezir yerine getirilmiş
olur. Her perşembe oruç tutulması gerekmez. Fakat buna niyet edilirse, her
perşembe oruç gerekir.
250- Nezredilen günlerden birinde iftar edilirse, kaza
gerekir. Örnek: Belli günlerde oruç tutmaya nezreden kimse, o günlerin şiddetli
sıcağından oruç tutmaya gücü yetmezse, iftar eder ve elverişli günlerde
tutamadığı günleri kaza eder.
251- Oruç tutmak üzere yaptığı adaktan dolayı üzerine
kaza gereken kimse, bu kazayı geciktirip de kocasa (şeyh-i fani olsa) veya geçimini
kazanmak için pek zor bir sanat ile meşgul bulunsa iftar eder, her gün için
fidye verir. Fakirliğinden dolayı fidye vermeye gücü yetmezse, Yüce
Allah'dan mağfiret diler. Çünkü Yüce Allah'ın mağfireti boldur, merhameti
geniştir.
252- Bir kimse: "Bir ay oruç tutayım, itikâfda
bulunayım" şeklinde nezrettiği halde,henüz bir gün geçmeden vefat
etse, kendisine bir ay oruç tutmak veya itikâfta bulunmak gerekir. Ayın belli
olup olmaması eşittir. Bu halde her gün için bir fidye verilmesini vasiyet
etmesi gerekir, vasiyet bulunmadığı takdirde varislerinin izinleri ile bu
fidye terekesinden verilebilir.
Fakat bir kimse hasta olduğu halde böyle bir nezirde
bulunup da iyileşmeden vefat etse, kendisine bir şey gerekmez. Amma arada bir
gün dahi olsun, iyileşmiş olsa, bir aylık fidye vasiyet etmesi gerekir.
İmam Muhammed'e göre, yalnız sağlığa kavuştuğu günler
mikdarı fidye vasiyet etmesi gerekir.
253- "Yüce Allah'ın rızası için kurban
keseyim" veya "Nezrim olsun kurban kesip etini fakirlere sadaka olarak
vereyim" diye yapılan bir nezir geçerlidir. Fakat: "Şu hastalıktan
iyi olursam, bir koyun keseyim" veya "Falan türbe için bir kurban
keseyim" gibi nezirler, söz vermeler bir nezir hükmü taşımaz. Allah'ın
rızasından başka bir kimse adına kurban kesilmesi caiz değildir.
254- "Falan kimseye şu kadar para adadım, falan türbeye
şu kadar mum adadım, falan zatın gelmesi için kuban keseceğim" gibi sözler
caiz değildir. Hele bir ölü hakkında: "Ey mübarek zat! Sen benim şu işimi
yoluna koyarsan, şu hastama şifa verirsen, şu kayıp malımı bana geri çevirtirsen,
senin türbene şu kadar şey harcayayım" şeklindeki adaklar batıldır,
haramdır. Belki: "Allah rızası için şu fakire şu kadar para vermek
adağım olsun, Allahü Teâlâ hastama şifa verirse, şu kayıp malı bana
geri döndürürse, Hak rızası için sadaka vereyim, kurban kesip etini sadaka
vereyim, onlann mescidlerine hasır ve zeytinyağı alayım" şeklinde bir
adak yapılabilir.
255- Adak kurbanının etini nezreden kimse yiyemeyeceği
gibi, zevcesi ile usul ve furuu (baba, babanın babası, evlad ve evladlarının
çocukları) da yiyemezler. Bunu fakirlere sadak olarak dağıtmak gerekir. Eğer
yiyecek olursa, yediklerinin kıymetini fakirlere vermek gerekir.
256- Yapılan bir nezir veya yemin keffareti yerine
getirilmezse, hakim tarafından yapılmasına adam zorlanamaz. Çünkü bunlar,
sadece diyanetle ilgili olarak mükellefe yönelen birer borçtur.
İtikâfın
Mahiyeti, Nevileri ve Teşriî Hikmeti
257- İtikâf lûgat deyiminde bir şeye devam etmek manasındadır.
Bir şeye devam eden kimseye de mutekif (itikâf yapan) denir. Şeriatta ise
itikâf: Bir mescidde veya o hükümdeki bir yerde itikâf niyeti ile durmaktan
ibarettir.
258- İtikâflar: Vacib, müekked sünnet ve müstahab
nevilerine ayrılır. Şöyle ki: Dil ile nezredilen bir itikâf vacibdir.
Ramazan ayının son on gününde itikâf, kifaye yolu ile bir müekked sünnettir.
Başka bir zamanda ibadet niyeti ile bir mescidde bir müddet yapılan itikâf
da müstahabdır.
259- Bir itikâfın en az müddeti, İmam Ebu Yusuf'a göre
bir gündür. İmam Muhammed'e göre bir saattir. Bir saat, fıkıh alimlerine göre,
zamanın belirsiz olan az veya çok bir parçası demektir. Yoksa bir günün
yirmi dört saatte biri demek değildir.
(İtikâfın en az müddeti, Malikî'lerce tercih edilen görüşe
göre bir gündüz kadar, bir gecedir. Şafiîlere göre de, "Sübhanellah"
denilmesinden bir an kadar fazla olan pek az bir zamandır.)
260- İtikâfın meşru olmasındaki hikmet ve yarara
gelince, bu pek önemlidir. Resulü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimiz Medine-i Münevvere'ye hicretinden sonra ahirete göçüşlerine kadar
her Ramazanın son on gününü itikâf ile geçirirlerdi.
İhlâs ile olan bir itikâf, amellerin pek şereflisi sayılmaktadır.
Bu sayede kalbler bir müddet olsun, dünya işlerinden uzak kalır ve Hakka yönelir,
birer Beytullah olan mescidlerden birine şu şekilde devam eden bir mü'min çok
kuvvetli bir kaleye sığınmış, kerim olan mabudunun feyiz ve yardım kapısına
sığınmış olur.
İslâm büyüklerinden ünlü Ata demiştir ki: "İtikâf
yapan, ihtiyacından dolayı büyük bir zatın kapısında oturup dilediğini
elde etmedikçe buradan ayrılıp gitmem, diye yalvaran bir kimseye benzer ki,
Allah'ın bir mabedine sokulmuş, beni bağışlamadıkça buradan ayrılıp
gitmem demektir."
Bir mü'minin her gün azalmakta olan hayat günlerinden
faydalanarak böyle kutsal bir yerde bir zaman ebedi ve ezelî yaratıcısına
olanca varlığı ile yönelip saf bir kalb ve temiz bir dil ile ibadette
bulunması, manevî bir zevke dalması ne büyük bir nimettir.
İtikâf yapan bir kimse, bütün vakitlerini ibadete, namaza
ayırmış demektir. Çünkü fiilî olarak namaz kılmadığı vakitlerde de
mescid içinde namaza hazır bir haldedir. Bu bekleyiş ise, namaz hükmendedir.
Sonuç: İtikâf sayesinde insanın maneviyatı yükselir,
kalbi nurlanır, simasında kulluk nişanları parlar, ilâhi feyizlere kavuşur.
Ne mübarek, ne güzel bir hayat anı!..
İtikâfın
Şartları
261- Bir itikâfın sıhhati şu şartların bulunmasına bağlıdır:
1) İtikâf yapan, müslüman, akıllı ve temiz bulunmalıdır.
Onun için müslüman olmayanın, delinin, cünubun, hayız ile nifastan temiz
bulunmayanın itikâfı olmaz.
Gayr-i müslim ibadete, mecnun da niyete ehil değildir.
Temiz olmayanların da mescidlere girmesi yasaktır.
2) İtikâfa niyet edilmiş olmalıdır. Buna göre niyetsiz
olarak yapılan bir İtikâf geçerli değildir. Çünkü bunun bir ibadet
olabilmesi niyete bağlıdır.
3) İtikâf, mescidde veya o hükümdeki bir yerde yapılmalıdır.
Şöyle ki: İçinde cemaatla namaz kılınan herhangi bir mescidde İtikâf yapılabilir.
Büyük camilerde yapılması daha faziletlidir. Kadınlar da kendi evlerinde
mescid edinilen veya mescid olarak ayıracakları bir odada itikâfda
bulunurlar. Buraları onların hakkında birer mescid sayılır. Kadınların dışardaki
mescidlerde itikâf etmeleri caiz ise de, kerahetten kurtulamaz. Kadınların
kendi evlerinde namaz kılmaları, mescidlerde namaz kılmalarında daha
faziletli olduğu gibi evlerinde itikafları da her türlü fitne ve fesad düşüncesinden
beri olacağı cihetle mescidlerde itikâfda bulunmalarından daha faziletlidir.
(İmam Şafiî'ye göre , itikâf tazime lâyık bir yerde
yapılabilir ki, o da mescidlerdir. Evlerde mescid edinilen yerler, bu tazime lâyık
değildir.)
4) Vacib olan bir itikâfda, itikâf yapan oruçlu bulunmalıdır.
Bu halde orucun yanılarak bozulması itikâfa zarar vermez. Diğer itikâflar için
oruç şart değildir. Çünkü onlar için bir müddet yoktur. Öyle ki camiden
bir iki saat içinde çıkıncaya kadar itikâfa niyet edilmesi de sahihdir.
(Şafiî'lere göre, vacib bir itikâfda da oruç şart değildir.)
262-İtikâf için büluğ, erkeklik, hürriyet şart değildir.
Buna göre akıllı olan çocuğun, kadının, kölenin itikâfları sahihdir.
Şu kadar var ki, kadının itikâfı kocasının ve kölenin itikâfı da
efendisinin iznine bağlıdır. İsterse bunlar itikâfı nezretmiş olsunlar, hüküm
aynıdır. İzin bulunmayınca kadın, nezretmiş olduğu itikâfı kocasından
ayrıldıktan sonra, köle de azad edildikten sonra kaza eder.
263- Bir kimse, itikâf için zevcesine izin verse bundan dönemez,
artık engellenmesi doğru olmaz. Efendi ise, kölesine verdiği izinden dönebilir.
Mükâteb (sözleşmeli) bir köle ise, efendisinin izni
olmasa da, itikâfda bulunabilir. Çünkü kısmen hürriyetine sahibdir.
İtikâfın
Edebleri
264- İtikâfın şu edebleri vardır:
1) İtikâf, Ramazan ayının son on gününde ve mescidlerin
en faziletlisinde yapılmalıdır.
2) İtikâf esnasında hayırdan başka bir şey söylenmemelidir.
Günah gerektirmeyen şeyleri konuşmakta bir sakınca yoktur. Bir ibadet inancı
ile susmak ise mekruhtur. Günah sayılan şeylerden dili tutmak ise,
ibadetlerin büyüklerinden biridir.
3) İtikâf esnasından Kur'ân-ı Kerîm okumaya, hadîs-i
şerîf, Peygamberlerin yüksek siyerlerine, dinî meseleleri öğretmeye devam
etmelidir.
4) İtikâf yapan kimse, temiz elbiselerini giymeli, güzel
kokular sürünmelidir. Başını da yağlayabilir.
5) Nefsine itikâfı vacib kılacak kimse, buna yalnız
kalben niyetle yetinmemeli, dili ile de söylemelidir.
İtikâfa
Dair Bazı Meseleler
265- Belli bir mescidde, Mescid-i Haram'da itikâfa niyet
eden kimse, başka bir mescidde itikâfa girebilir.
266- Bir ay itikâf adansa ve bundan yalnız gecelere veya gündüzlere
niyet edilse, bu niyet sahih olmaz. Çünkü ay, belli mikdardaki geceler ile gündüzlerden
ibarettir. Onun için geceli ve gündüzlü bir ay itikâf gerekir.
267- Yalnız gündüzleri itikâfda bulunmaya niyet edilmesi
sahihdir. Bu durumda her gün fecrin doğuşundan önce mescide girip güneşin
batışından sonra çıkılır. Fasılasız itikâfa niyet edilmemişse,
istenilen günlerde itikâf yapılabilir. Bir gün için itikâfa niyet edildiği
zaman da, buna gece dahil olmaz. Fakat fasılasız şu kadar gün itikâfa
denilerek nezredilse, geceler de bu nezre girer. Aksi de böyledir. Bu durumda
itikâf için güneşin batışından önce mescide gidilir. Belli olan geceler
ve gündüzler mescidde kalınır. Son günün güneş batışından sonra
mescidden çıkılır. Böylece itikâf sona erer.
268- Muayyen bir ramazan ayını itikâfla geçirmeğe
nezredilse, o ramazan orucu bu itikâf orucu içinde yeterli olur. Böyle bir
nezir yapıldığı halde, ramazan orucu tutulup da itikâf yapılmasa, başka
bir zamanda oruçlu olarak fasılasız bir ay itikâf edilmesi gerekir. Eğer
itikâf yapılmaksızın diğer bir ramazan girecek olsa, artık bunda yapılacak
itikâf yeterli olmaz. Çünkü bu takdirde kazaya kalan itikâfın orucu, insan
üzerine düşen bir borç olmuştur. Bu, ikinci ramazan orucu ile ödenmiş
olamaz.
269- Belirtilmeksizin bir ay itikâf yapmayı nezreden kimse,
ramazanda bir ay itikâfda bulunmakla bu nezrini yerine getiremez. Çünkü bu
itikâf için, bir ay oruç tutmayı da bu nezirle üzerine yüklenmiş bulunur.
Ramazan orucu ise, kendisine ayrıca farz olan bir ibadettir.
270- Bir kimse nezrettiği bir itikâfı yapmadan ölecek
olsa, her gün için bir fidye ödenmesini vasiyet etmiş olması gerekir. Çünkü
vacib olan bir itikâf, orucun bir parçasıdır. Onun için oruçtaki fidye,
bunda da gerekli olur. Ancak fakir ise, o zaman Yüce Allah'dan af ve mağfiret
dilemelidir.
İtikâfı
Bozan ve Bozmayan Şeyler
271-İtikâf halinde olan bir kimsenin dinî ve tabiî ihtiyaçları
için zaruri olarak mescidden dışarı çıkması, itikâfı bozmaz.
Örnek: İtikâfda bulunanın (mutekifin) cuma namazını kılmak
için mescidden çıkması, din bakımından bir özür olduğundan itikâfına
engel değildir. Zaten cuma namazının süresi bilinmiş olduğundan, adağın
dışında kalmış olur.
Yine, abdest ihtiyaçlarını gidermek ve gusletmek için çıkması
da tabiî bir özür olduğundan itikâfa zarar vermez.
Yine, bulunduğu mescidin yıkılmaya yüz tutması veya
oradan zorla çıkarılması da zarurî bir özür olduğundan itikâfa zarar
vermez.
(Şafiî'lere göre, cuma namazı için başka bir camiye çıkılıp
gidilmesi itikâfı bozar. İtikâf bir hafta devam edecekse, cuma namazı kılınan
bir mescidde itikâfa girmelidir.)
272- Cuma namazını kılmak veya ihtiyacı gidermek için en
yakın olan yere gidilir, arkasından mescide dönülür. Bir özürden dolayı
mescidden çıkılınca, başka bir mescidde o itikâf tamamlanır.
273-Bir özür olmaksızın mescidden çıkmak itikâfı
bozar. Onun için itikâf yapan bir kimse, geceleyin veya gündüzün özür
bulunmaksızın bir müddet kasden veya sehven mescidden çıkarsa itikâfı
bozulur. Bu müddet, iki İmama göre, bir günün yarısından ziyade bir
zamandır. Bir görüşe göre de, günün belirsiz bir saatinden ibarettir. Kadın
da itikâf ettiği odadan özürsüz evinin içine çıksa, itikâfı bozulur.
274- Şu işleri yapmak için mescidden dışarıya çıkmak
da itikâfa engel olur: Hasta ziyaretinde bulunmak, cenaze hizmetinde bulunmak,
cenaze namazı kılmak, şahidlik etmek, bir hastalık sebebiyle bir saat kadar
dışarı çıkmak da itikâfı bozar. Ancak itikâf adağı yapılırken,
hastaları ziyaret ve cenaze namazında bulunmak şart kılınmışsa, bunlar için
çıkılması itikâfı bozmaz.
275- Pek az rastlanan bir özürden dolayı da dışarı çıkmak
itikâfı bozar. Boğulmakta olan veya yangına düşmüşü kurtarmak için dışarı
çıkmak itikâfı bozduğu gibi, cemaatın dağılmasıyla dışarıya çıkmak
da bozar.
276- İtikâfda bulunan bir kimseye, bu ibadeti esnasında
birkaç gün baygınlık veya cinnet gelse, itikâfı bozulur. İyileşip
kendine gelince yeniden itikâfa başlar. Öyle ki, bu durum devam ederek birkaç
sene sonra üzerinden kalksa, yine itikâfı kaza etmesi gerekir.
277- Yukarıda anlatılan meseleler, vacib olan itikaflar içindir.
Nafile olan itikaflarda, bir özür bulunsun veya bulunmasın, dışarı çıkmakla
veya hastayı ziyaret etmekle itikâf bozulmaz.
278- Vacib olan bir itikâf bozulunca, onun kazası gerekir.
Meselâ: Belli bir ay için yapılan itikâf esnasında bir gün oruç bozulsa
veya dışarıya çıkılsa, yalnız bir günlük itikâf için kaza gerekir.
Fakat belirsiz olarak fasılasız bir ay için nezredilmiş bir itikâf esnasında,
böyle bir gün oruç bozulacak veya dışarıya çıkılacak olsa, yeniden bir
aylık itikâfa başlamak gerekir. İtikâf yapan kimse ister kendi iradesi ile
oruç yesin ve dışarı çıksın, ister iradesi dışında olarak cinnet ve
bayılma durumuna düşsün, eşittir.
279- Başladıktan sonra bırakılan nafile bir itikâfın,
tercih edilen görüşe göre, kazası gerekmez.
280- İtikâf eden kimse için, zevcesi ile cinsel ilişki
kurmak veya buna sebeb olacak öpme ve okşama gibi herhangi bir hareket, gerek
gündüz ve gerek geceleyin olsun, haramdır. Cinsel ilişki ister kasden, ister
unutarak olsun, itikâfı bozar. İnzal olması şart değildir. Diğer
hareketler ise, inzal olmadıkça itikâfı bozmaz. Bakmak ve düşünmek
sonunda meydana gelecek inzal ve ihtilâm da itikâfı bozmaz.
281- İtikâf halinde olan kimse, muhtaç olduğu şeyleri
mescidde bulundurmaksızın mescidde satın alabilir. Mescide zarar vermeyecek
şeyleri mescide getirebilir. Mescid içinde yer-içer. Mescid içinde hazırlanmış
uygun bir yer varsa orada abdest alıp gusledebilir. Böyle bir yer yoksa, dışarıya
çıkar ve en yakın yerde abdestini alır ve yıkanır, beklemeksizin hemen
mescidine döner.
282- İtikâfda olan kimse, ezan okumak için minareye çıkabilir.
Minarenin kapısı mescidin dışında olsa bile zarar vermez.
"Allahım, bizi kendini senin kulluğuna adamış,
emirlerine ve yasaklarına titizlikle uyan kullarından eyle. Amin. Ve övgü,
âlemleri terbiye eden Allah'a mahsustur.